“her yaşayan ölür, her yeni eskir; yaşlanan herkes zeval bulur. her şey fanidir, gider.” (hz. âmine (r.a)

hadis/eler

şimdi bir moda daha başladı; ‘islam dünyası’ denilen dünyanın (neresiyse artık) başındaki belaların membaı, yanlış anlamaya müsait olduğu kadar, sahihliği konusunda elimizde delil bulunmayan ‘hadisler’miş. artık alnı secde iziyle yıpranmış insanlar bile hadislerin İslam dünyasındaki kargaşanın müsebbibi olduğunu söylüyor. hadisler, mezhepler arasındaki ihtilaf kadar birer birer müminler arasındaki ihtilafı da besliyormuş!!! duyan da alemini islam alemine teslim ettiğini iddia eden her ferdinin niyet ve amelini hadise göre tanzim ettiğini sanır. aramızdaki ayrılık ve aykırılıkları hadislere bağlama modası ile hangi libası üstümüzden atacağız kim bilir? oysa aradaki nifakın nedeni, hadisler filan değil bizatihi kişisel başkalaşımlar ve müslüman olarak kendini tanımlayanların kalplerindeki fenalığın yansıması. islam dünyasının bülbüllerinin! hadislerin elimizi belada koyduğunu söylemesi, tanrıya kafa tutmanın basit ve aşağılık bir provası. keşke hadislerle amel etme nezaketiyle nasiplenebileydiniz… (az çok üzüm yeme derdinde olan insan, beş yıllık müslüman olma tecrübesine bile dayanarak, alması gerekeni alır, bulması gerekeni bulur)

 

ben, rahatlıkla tabi olabileceğin(iz) bir hadis söyleyivereyim (gerçi buna da mevzu der, hız çağının müdavimleri): “fitne çıktığı zaman at binen insin, koşan yürüsün, yürüyen dursun, duran otursun” .

 

merdümgiriz

efendimiz, rabbini bilmenin yolunun, “kendini bilmekten” geçtiğini söyleyeli 1400 yılı geçti. çünkü o bize tam olarak şöyle haber vermişti: “kendini bilen, rabbini bilir.” artık her konuda özgüven sahibi olan müminler! efendimizin bu haberini, islamlıklarına daha iyi geleceğini düşünmüş olacaklar ki haberin tersinin yarısını alıp, her şeye vakıf olduklarını sanıyor. müslümanım diyenlerin hiçbir şeye hayreti kalmadı. hayret etme kabiliyetini yitirenlerin, koskoca dünyaya nizam vereceğim diye etrafımızda bağırıp durmalarına kulak asmamak gerek. mahcubiyetin, hüznün, hayretin, başı önündeliğin nasipsizliğine gark olmak, allah belasıdır. şifasız… kendini bilebileydi, hiç; rabbini bilmez miydi? kendini bilemediğin vakit, neyi bilirsen bil, uzak dur; benden, bizden, rabbinden… biraz mahcubiyet, beklenilen ama hak edilmeyen bereketi inzal edebilir…

 

kinetik edebiyat

terry eagleton diyor ki, “edebiyat belki insan eliyle yapılmış bir nesne, toplumsal bilincin bir ürünü, bir dünya görüşü olabilir; ancak aynı zamanda bir endüstridir”. edebiyatın aynı zaman da bir endüstri olması yadırganacak bir durum değil. türk edebiyatı, insan eliyle yapılmış nesne özelliğini ve toplumsal bilinç olma hasletini yitirip, endüstriyel ve mekanik yapıya (nihayet) zaten bürünmüştü. modernlikten önce postmodernliğin, türkiye’ye bütünüyle yerleşmesiyle türk edebiyatı, sentetikleşti. şuura yön tayin eden edebiyat, tarihe ve talihe konmak derdiyle kalem sıvazlayanların mesleği haline geldi. edebiyat namına ortaya serilenlere göz atmak, dilaltında yatan niyeti görmeye yetiyor. edebiyatımız, artniyetin kamuflajı. kelimeler israf oluyor, yazık…

 

tarihi sorumluluğun talihe etkileri üstüne

şuurunu ve dimağını tarihle besleyen toplumlarda ekseriyetle iki son(uç) ortaya çıkar. biri ziyadesiyle güzel hasletler ortaya çıkartırken öteki tam tersine çok fena bir maraz olarak tezahür eder, albert camus bile romanını yazamaz.

peki, nedir bu iki sonucun ayrıntıları?

tarihten beslenmenin muteber sonucu, geleneğin etkinliğidir. gelenek fazladan ve gereksiz eğiticilere lüzum bırakmadan, insanını eğer, büker, toplar ve nihayetinde insan eder. birey hayata salındığında insan olmuştur. toprağına, yurduna, ailesine, kendisine hâsılı insanına dair iyigüzeldoğru şeyler yapmanın gayretkeşliğiyle ömrünü tamam eder?

geçersiz ve istenmeyen sonuç ise; “historia” hastalığı… henüz sağlıktaki literatür kitapları böyle bir hastalıktan söz etmiyor ama yakındır. eline kıymık batsa tarihin derinliklerinde kıymığı aramak gibi bir rahatsızlık peyda edebilir.  bizdeki durum sanırım ikinci şık… şık durmuyor hiç.

 

albert caraco

(geleneklerimiz yalan söylememişti, çünkü onlar insaniydi ve bu dünya hakkındaki cehaletlerine rağmen insanı biliyorlardı; bizler, bu dünyayı iyi bilen bizler, hatta giderek daha fazla kötüye kullanacak kadar iyi bilen bizler ise insanı bilmemeye başladık. imkânımız olmadığından değil, bizi kendimize dair kör eden bir hüner gösterisi nedeniyle. bizim putumuz aşmak; artık tutarlılığı ona feda ediyoruz, ona olan sevgimizden dolayı sentez fikrinden vazgeçiyoruz, değerlerimizi ve yaşama nedenlerimizi birbiri ardına yakacağız, ama put doymak bilmez, sonunda bir insan kıyımına kalkışıp kendimizi sunmak zorunda kalacağız.)

 

ne diyordu hazreti ahmet paşa;

vay gönül vay bu gönül vay gönül ey vây gönül

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.