İslam dünyasının kaybı rasyonel ahlak

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Evkuran, ahlak-hukuk-akıl ilişkisini mercek altına alıyor.

25 Mart 2017 Cumartesi 14:25
İslam dünyasının kaybı rasyonel ahlak

Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Mehmet Evkuran, ahlak-hukuk-akıl ilişkisini mercek altına alıyor.


Prof. Dr. Mehmet Evkuran’ın yazısı şöyle:


"İnsan doğası, toplum ve hayatın anlamı üzerinde duran düşünür ve filozoflar, derine indikçe bunlar arasında güçlü ilişkiler bulunduğunu fark ettiler. İnsan doğası, toplumun kurulumu ve işleyişi, değerler ve hukuk üzerinde tümel ve toparlayıcı düşünceler geliştirmeye, var olduğuna inandıkları bir alt metni açığa çıkarmaya çalıştılar. Eski Yunan’da fizik ile metafizik arasında bir ilişki bulunduğunu düşünen filozoflar; politika, ahlak ve metafiziği aynı teori içinde birleştiren mega-teoriler geliştirdiler.

Hristiyan teolojisi ve İslam geleneğinde de filozof ve ilahiyatçılar bu çizgiyi izlediler. Varlık teorileri ile ilahiyat ilkeleri birlikte ele alınıp araştırıldı. Gerek siyaset gerek ahlak ve metafizik, varlık tasavvurunun bir açılımı ve pratiği olarak görüldü. İslam geleneğinde de filozoflar, ahlakın pratik/uygulamalı felsefe (amelî hikmet) olduğunu ilan ettiler. Bu nedenle örneğin Farabî’nin, Medîne-i Fâzıla projesinde siyaset, ahlak ve din aynı ilkelerden beslenen alanlardır. İlimler tasnifi geleneğinde ahlak, siyaset ve iktisadı, ameli ilimler başlığı altında sayan çok sayıda örnek vardır. Günümüz İslam dünyasının sorunlarına çözüm bulma çabaları, akademisyen ve düşünürleri kapsamlı ve derin düşünmeye zorluyor. Bu bağlamda pek çok toplantı ve etkinlik düzenleniyor. Toplum, insan, inanç ve değerler hakkında geleneksel birikimi anlamaya yönelik çabalar da yoğunlaşıyor.

Bu bağlamda, geçen haftalarda tartışmacı olarak katıldığım ‘Ahlak ve Hukuk Çalıştayı’nda edindiğim izlenimleri ve öne çıkan notları paylaşacağım. Anadolu İlahiyat Akademisi’nin ev sahipliğini yaptığı etkinlik, 10-11 Mart 2017 tarihlerinde gerçekleşti. Koordinatörlüğünü Prof. Dr. Ali Bardakoğlu hocanın yaptığı çalıştayda dört bildiri sunuldu. Bildiriler katılımcılar tarafından yoğun biçimde tartışıldı ve gerçekten de önemli ve değerli düşünceler-öneriler ortaya çıktı. Bardakoğlu hocanın akademisyen kimliğinin yanında bir dönem Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yürütmüş bir tepe yöneticisi birikimiyle hukuk-ahlak ilişkisi konusuna eğildiğini, yerinde eleştiri ve değerlendirmeleriyle kamuoyunun takdirini kazandığını biliyoruz. Hoca, fıkıh ve genel anlamda dindarlık sorunlarının, ahlak-metafizik teorik düzleminde tartışılmasından yanadır. Bu çalıştaya da aynı hassasiyetlerinin yansıdığını gördük. Bildirilerin sadece hukuk alanıyla ilgili olmaması, kelam ve felsefe alanından hocaların da konuya müdahil olmaları dikkat çekiciydi. Bilindiği gibi bizde teorik tartışmaların önemine inanmayan ve hatta bunu zaman israfı olarak gören ‘neticeci ve sözümona’ pratikten yana bir tavır vardır. Bunun Batınîlikten (hakikat tekelciliğinden) gelen bir yanı olduğu gibi, bilgide çokluğu ve çoğulculuğu sindiremeyen anti-entellektüelizmden kaynaklanan bir tarafı da bulunmaktadır. Ancak her iki damarın da ortak bir yanılgısı vardır. İlmî görüşlerin kendisini ifade ve ispat ettiği en önemli zemin müsademe, müzakere ve münazaralardır, yani teorik tartışmalardır. Sonuçta her eylem/amel de bir iman/teoriye dayanır. Durum böyleyken sanki ilmin ve düşüncenin hakkı yeterince verilmiş ve eksik kalan nokta amellermiş gibi bir yanılgı dolaşıyor ortalıkta. Bu nedenle akademi yetkilisi dostlarımı tebrik ediyorum. Bir süredir bu ve benzeri etkinliklerle özgür ve derinlikli bir akademik tartışma ortamı oluşturuyor, kaygısı/sözü olan akademisyenleri buluşturuyorlar.


AHLAK KRİZİ

Bizi tehdit eden zekadan daha yetkin bir zekaya ulaşmalıyız. Kumpas kuranların yıkıcı ve bozucu zekasına karşı haklı ve güçlü olmanın inşa edici ve ıslah edici aklını sergileyebilmeliyiz. Akıl mı kalp mi ikilemine düşmemek gerekir. Gönül gözünü açma iddiasıyla, akılımızı ve vicdanımızı kapatan/karartan yobazların daha kaç kez bizimle oynamalarına izin vereceğiz? Bu bağamda İlhami Güler’in üzerinde durduğu ‘şükreden akıl’ kavramını önemsiyorum. Teori mi pratik mi tartışması sahtedir. Hukuk-ahlak ilişkisi düşünüldüğünde bu daha da anlaşılır oluyor. Eylem/pratik/amelin önemini küçümseyen bir Allah’ın kulu olamaz. Bu gerçekliğe aykırıdır. Ancak tersi vakidir. Yani teoriyi ve entelektüel çalışmaları küçümseyen güçlü bir eğilim kesinlikle vardır. İslam hukukunun sorunlarına kafa yoran ilim adamları, genelde teoride bir sorun olduğunu söyleme noktasına geliyorlar. Bu rastlantı değildir. Pratikteki sorunların önemli bir kısmı teorik belirsizlik ya da yanlışlardan kaynaklanmaktadır. Bunu düzeltmek için köklere inmek gerekir. İslamî literatürle ifade edecek olursak, furû-usûl ilişkisini sağlam kurmak için usûl’e (asıllar, ilkeler, temeller) dönmek zorunludur. Fıkhın sorunları da kelam ve felsefe birikimiyle bağlantı kurmadan çözümlenemez. Bu bakış, İslamî ilimleri birbirine yaklaştırmaktadır. Hukuk her ne kadar objektif olsa da normatif bir bilim olması bakımından ahlak ile ortak noktaları bulunmaktadır. Öncelikle hukuk ilke/değerlere dolayısıyla ahlaka dayanır/dayanmalıdır. Hukuku sosyolojiye bağlamak da onun ahlak ile olan ilişkisinin yeniden keşfedilmesini zorunlu kılmaktadır.


İslam dünyasında pek çok alanda yaşanan sorunların yanında bir de ahlak krizi yaşandığı inkar edilemez. Gerçekte bu, sadece ahlakın ‘kendi krizi’ değildir. Düşünce ve inanç alanında yaşanan problemlerin, tıkanmaların, savrulmaların bir sonucudur. Mevcut din anlayışında yer alan ve “inatla, ısrarla” korunmaya çalışılan çelişki ve yanlışlar, en nazik alanda (ahlak) kendilerini açığa vuruyor. Bu nedenle ahlak krizini ele alırken inanç, düşünce, gelenek ve kültür tartışmalarından uzak durulamaz. İslam düşünce geleneğinde ahlak üzerine yapılan meta-etik tartışmaların yeniden canlandırılması, ahlak üzerine geliştirilen düşüncelere bir derinlik ve hareket noktası kazandıracaktır. Bununla birlikte güncel ahlak teorileri ile yüzleşme eşiğine gelip duran klasik eksenli tartışmalar sahici olmayacak ve teorik tartışmaların yararsız olduğu eleştirilerine katkı sunacaktır. İslam geleneğinde ahlakı dine dayandıran görüşlerin yanında akla dayandıran görüşler de bulunmaktadır. Rasyonel ahlak teorisi bu nedenle bize çok yabancı değildir. Ancak kaybedilmiş değerli bir halkadır ve keşfedilmeyi beklemektedir.


DEİSTLERİN YENİ KANITLARI

Sekülerleşme ve dünyevileşme tartışmaları, seküler ahlak göz ardı edilerek sürdürülemez. Seküler ahlak savunucuları tarafından dinsel ahlak teorisine yöneltilen eleştirilerin eğitimli kesimler üzerinde etkili olduğu görülmektedir. Dinî-mezhebî kimlikler arasındaki çatışmaların arttığı Orta Doğu coğrafyasının ürkütücü ve kaotik manzarası, seküler ahlakçıların söylemini desteklemektedir. Seküler ve deist söylemle mücadele ederken, kelamcıların Berâhime’ye yönelttikleri klasik eleştirileri sıralamak ve buradan da “sapkınlık” hükmünü çıkarıvermek, yapılacak en kolay ve yüzeysel iştir. Oysa çağdaş deistlerin yeni kanıtları vardır ve İslam dünyasının mevcut görüntüsü bu kanıtların başında gelmektedir. Bu nedenle dürüst bir eleştiri, apolojinin sığlığına düşmeksizin, Müslüman dünyanın ve çağdaş dünyanın kötülükleri arasında ayrım yapmayan, tutarlı değerlendirmeleri içermelidir.


Ahlaktan söz ederken sadece “dinin içinden konuşmak”, yaşadığımız hayatın bölünmesine yol açmaktadır. Oysa İslam düşünce geleneğinde rasyonel ahlak teorisi kurma girişimleri vardır ve sanıldığının ötesinde bunlara sadece filozoflarda değil kelamcılarda da rastlanır. Örneğin İmam Maturidî, peygamberlik konusunu açıklarken uzun uzun rasyonel teoloji yapar ve imanın rasyonel temellerini göstermeye çalışır. İnsanların dine-peygambere duydukları ihtiyacı temellendirmeye çalışan Maturidî, öncelikle aklî çıkarımlara dayanır. Böylece dinin insanî yüzünü vurgular. Bu bakış açısını önemsemeliyiz. İslam inancının aklî oluşu, fıtrat delilinin bir parçasıdır. İnsan doğasına dair bilgi, ahlak ve siyaset düşüncesinin de temelini oluşturmaktadır. Ahlakın en önemli dayanağı metafiziktir. Allah tasavvuru, dünya-ahiret dengesi, iyi-kötü, şeytan algısı gibi konuların bir bütünlük içinde ele alınması doğru olacaktır. İnsanın bireysel yeteneklerine, özgürlük ve sorumluluğuna vurgu yapan bir söylem geliştirmedikçe, bireyler iyi insan olmaya ve ahlaklı davranmaya ikna edilemez. Geriye ‘mahalle baskısı’ kalır ki, bunun ikiyüzlü dindarların sayısını arttırmaktan başka bir sonuç doğurmayacağını biliyoruz.


Din bir ilişkidir. İlişki -ahlakî, hukukî, politik olsun- iki özne-varlık gerektirir. İrade, bilgi, güç sahibi iki özerk ve özgür varlık arasında bir ilişkiden söz edilebilir. Kur’an’da yüce Allah’ın insanlardan misâk aldığı (A’râf 3, 172-173 ayetler) ve onlara söz verdiği (“Allah sözünden caymaz.” Âl-i İmrân 9. ayet) anlatılır. Bu durumda Allah-insan ilişkisi bir anda yaratan-yaratılan paradigmasını aşıp ahlakî anlamda iki özne arasındaki ilişkiye dönüşmektedir. Kur’ân’ın bu sunumu İslam geleneğinde fark edilmişse de günümüze aktarılan miras içinde kaybolduğu da ayrı bir gerçektir. Diğer önemli bir kavram da iradedir. Klasik teorilerde, ahlakî faziletler ve reziletler sıralamıştır. Bunların ortaya konması ahlakın bilişsel yönünü kurar. Ancak bunlara uygun eylemleri doğuran şey, bilgiyi aşar. Vicdan açıklığını ve iradenin kullanımını gerektirir. Niçin iyi olanı yapmalıyım sorusu her bireyin iç dünyasındaki öznel hesaplaşmaya bağlıdır. Bu da bireysellik bilincine bağlıdır. İslamî kimlikler bireyselleşmeyi önlediği oranda ahlakî bilinci de zayıflatıyor.


http://www.karar.com

Son Güncelleme: 25.03.2017 14:36
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner165