Tarihsel süreç içinde toplum kültürü kültür ise toplumun yapı taşı olan aileyi ve bireyi, bireyin kimliğini ve kişiliğini yapılandırır, değiştirir ve geliştirir. Pekala bir soru soralım. Birey; yaşadığı toplumun değerlerinden, tarihi birikiminden, köklerinden beslenirken, kendini besleyen öz kültürü yerine başka bir kültürü yeğler mi? Yani benim ekinim, onun yani yabancının ekiniyle yarışamaz der ve yabancı kültürü daha değerli kabul eder mi?

Buna yüksek sesle “hayır” demek isterdik, ama yazık ki özellikle yabancı kültürlerin bir şekilde etkisinde kalındığında yeğlenebiliyor ve bu durum bireyin tavır, tutum ve söylemlerinden okunabiliyor. Öyle ki kendi kültürüne yabancılaşma durumu kendi ekinini hor ve eksik görmek, yabancı kültürü sürekli övmek şeklinde ortaya çıkabiliyor. Bir toplum için en tehlikelisi ise; kuşkusuz toplumun önünü ve ufkunu açması gereken aydın ve önder şahsiyetlerin bu pandemik hastalığın pençesine düşmesidir. Tabii buradaki aydın tanımının kapsamında büyük çoğunlukla kendi sübjektif değerlendirmesi ile yine kendi yakasına aydın unvanını iliştirip bu değerli nitelendirmeyi kendi anlayış ve çıkarları doğrultusunda kullananlar bulunuyor. Buna karşın; Türkiye’de kültür ve yabancılaşma konusunda toplumsal duyarlılıkları erozyona uğramamış, “kendi ekinine yabancı ot karıştırmamış aklı, vicdanı ve bilimi birlikte öne alan yine önemli sayıda “aydın” bulunuyor. Bu çerçevedeki aydınların kültür erozyonu ve yabancılaşma konusundaki saptamaları önemli ve derinlikli mesajlar içeriyor ve bunlar görüşlerini açık yüreklilikle ifade ediyorlar.

Toplumun ne kadarının hangi grupta yer alan aydın(lar)dan etkilendiği ise tam anlamıyla bilinmiyor. Ama esas olan hakemin yani Milletin “Aydın unvanını” taşıma yetkinliğini hangi tavır ve düşünce sahibine veya sahiplerine verdiğidir.

Kendine Yabancı kalmak!

Bu bölümde kendi gözlem ve değerlendirmelerimizle saptadığımız toplumun ufkunu geliştirmeye dönük araştırma ve eserleri olan değerli aydınlarımızdan bir bölümünün konuyla ilgili düşüncelerini ele almak ve paylaşmak istiyorum.

Prof .Dr. Doğan Cüceloğlu‘nu takip ettiğim konferanslarında ve okuduğum kitaplarında da “Kendin gibi olmanın ve kendin gibi davranmanın değerine çok güçlü vurgular yaptığını ve “mış gibi” yaşamanın sığlığını öne çıkardığını takip ettim. Yine Sayın Cüceloğlu: “Yabancı kültürlerden faydalanmak tabi ki çok önemli, ama sadece yabancı diye yabancı kültür ögelerinin hepsi de iyi değil, yabancı kültürü üstün tutmak özgüven eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Aslında sorun devlet ve toplumdadır. Çünkü biz kendimizi Avrupa, Amerika ve Japonya'nın gerisinde olduğuna inandırıyoruz ve onlardan gelen düşünceleri ise kendimizin düşünce ve bireysel değerlendirmeleriyle daha gelişmiş kabul ediyoruz. Biz toplum olarak ta hayatın hemen her yönüyle bazı toplumlardan geri kaldığımıza maalesef şartlanmışız. Bizim devlet, toplum ve birey olarak bu şartlanmayı kırmamız lazım, kendi özümüze dönmemiz lazım ve bunu geliştirmek ve topluma devlete ve en önemlisi bireye bunları anlatarak özgüven yüklememiz lazım.” diyerek; yine Türkiye’de “donanımlı ve nitelikli aydın sıkıntısı” olduğunu düşündüğünü ifade ediyor.

Aynı şekilde birkaç yıl önce Prof.Dr. Oktay Sinanoğlu’nu Akdeniz Üniversitesi’ndeki konferansında dinlemiştim. Kendi kültürüne yabancılaşma ve özgüvensizlik konusu üzerinde durarak eğitimde “yabancı dil aşıklığının” da bir bakıma bunun ürünü olduğunu belirtmişti. Paris’te yaşayan ve her haliyle ve fiziksel görünümüyle Faslı olduğu anlaşılan bir Faslı’nın; “- Je suis Parisienne! (Ben Parisliyim)” derken ki tavrının tam anlamıyla kendi kültürünü ve kimliğini geri plana atmaktan, kendini yok saymaktan başka bir şey olmadığını anlatmıştı. Sayın Sinanoğlu : “Hem Asya’nın, hem Batı’nın ne olduğunu iyi öğrenir, idrak edersek, Asya kültürlerinin yüceliği karşısında, Batı’nın yüzeysel yaldızı bize artık parıltılı gelmez, Batı’nın bize musallat ettiği “aşağılık duygusundan” da kurtuluruz ve yüzümüzü Doğu’ya, Doğu önderliğindeki bir Avrasya’ya dönmek bize gelir, demektedir.

Aynı kapsamda ebeveynlere de önemli göndermeler yaparak; ”Velinin derdi: “Oğlum falanca evrenkentte(üniversite) okuyor”, diyebilmek önemli. Toplumuna yabancılaşmış üst tabaka ise, “Oğlum, Amerika’da mastır yapıyor” diyebilmek için çaba içindedir. Tabii arada bir ana baba [Noel tatilinde] oğulcuklarını ziyaret etmelidir. Bu tür ebeveyn için oğul ne için, nasıl bir yerde okuyor fark etmez. Ayrıca öğrencinin derdi de, dostlar alışverişte görsün kabilinden ve amacı bir diploma alabilmektir. Zaten mezuniyetten  sonra, ömür boyu tek bir kitabın kapağını bile açmayacaktır. İşte milli/ulusal hedefleri olmayan bir ülkenin bireyleri de böyle olur.”, diyerek; özgüven eksikliğinin ailede, anne ve babada başladığına dikkat çekerek, sonrasında çocuğun da aynı edilgenlik ve özgüven yetersizliğine teslim olduğunu belirtiyor.

Sayın Cemil Meriç ise; kültürden çok irfanı öne alarak Avrupa kaynaklı olan kültür; irfanın yanında, katı, fakir ve tek boyutludur, diyerek; irfanı insanı insan yapan vasıfların bütünü olarak görmektedir. Yine kültüre karşılık irfanı anlam bakımından daha sıcak ve kuvvetli bulmaktadır. Yine aydın olabilmek için mutlaka kendi dilini çok iyi bilmek gerektiğini söyleyerek, “Aydın olmak herkesin hakkıdır, ancak bu da bir çok şartlara bağlıdır. Önce kendi dilini, tarihini bilmek, sonra bu çerçeve içinde “kendi dilini ve tarihini” öğrendikten sonra, bütün tarihi, bütün düşünceleri öğrenmek, bunun dışında birkaç yabancı dili mükemmel bir şekilde öğrenmiş olmak gereklidir, düşüncesini ifade etmektedir. Oysaki aydın olmanın vazgeçilmezi olarak gördüğü dil yine bir şekilde aydınlar tarafından müdahalelere maruz kalmış, dilin tabii seyri değiştirilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle Sayın Meriç dil inkılâbına “Dil’de inkılâp olmaz,” diyerek şiddetle karşı çıkmıştır. Dünyanın ihtiyar tarihinde, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir çılgınlığa şahit olmamıştır. Dünyanın iki büyük inkılâbı, yani 1789 ve 1917 bütün kurumları yerle bir etmiş olmasına rağmen, dile dokunmamıştır.” diyerek dil ve kültürün önemine ve rolüne dikkat çekmektedir.

Sayın Alev Alatlı ise; “Bizler Batı dünyasını kıskanıyor hatta haset ediyoruz, bunun nedeni de bilgisizliğimiz. Oysa ki, “Dünyayı bilmeyen dünyanın maskarası” olur! Ne isek o olmamız gerektiğini artık idrak etmemiz lâzım. Kendimizi ifade etmeyi öğrenmek zorundayız. Aslımızı reddetmenin “kurtuluşu olmayan bir kaçış” olduğunu görmek durumundayız. Kendimize güvenmekten başka çaremiz yoktur.”, demektedir. Yine 2014 yılında Cumhurbaşkanlığı Büyük Ödülü ile onurlandırılan Sayın Alatlı; ”Bir kalem darbesiyle atar ergenleri sokağa döken yazar, alevler afakı sardığında suç mahallinde değilse, olayları evinden izliyorsa, suçsuz sayılacaktır.” derken bu tavırdakilerin “yaptıklarının yasal olsa da helal olmadığını” belirtmektedir(2015). Buna göre kaosa yol açacak şekilde insanları sokağa dökenlerin çoğunlukla “aydın etiketini” taşıdıklarını iddia etseler de; bunların gerçek “aydın tavrı” sergilemedikleri kesinlikle söylenebilir.

Ezik Bünyenin Tezahürü!

Görülüyor ki; ortaya çıkma gerekçesi her ne olursa olsun; kendine yabancılaşma, kendi dil ve kültür değerlerine önem vermemek; esasen Türkiye’nin en önemli gündem maddeleri arasındadır ve en önemli maddelerden biri olmaya devam edecek görünmektedir.

Aslında bu yabancılaşmanın; bilgisizlikten, öğrenmemekten, yanlı(ş) bilgiler yüklenmekten kaynaklandığı kesin! Hele hele kültürel derinlik ve zenginlikte, medeniyet anlayışında fersah fersah önde olan bir medeniyetin sahibiyseniz, bu yabancılaşma gerçekten trajikomik bir durumdur. Ve bu “yabancı kültüre aşıklık” belki de bilgisizlik ve bilinçsizlikten çok, “ekinini toprak altında unutan ve görevini yerine getirmeyen ezik bir bünyenin tezahüründen” başka bir şey değildir!

Dikkat edildiğinde güncel yaşamımıza giren çok sayıda yabancı kültür değerinin, neredeyse kendi değerlerimizi gölgede bırakacak kadar hayatımıza girmiş olduğunu görmek, bu alanda ciddi bir şeyler yapmak gerektiğini gösteriyor. Bunlardan biri olarak miladi takvime göre her girdiğimiz yeni yıl öncesinde yineleniyor ve bu bir bakıma bir kendine yabancılaşma klasiği gibi tekrarlanıyor…

Bir Kendine Yabancılaşma Klasiği!

“Noeliniz kutlu olsun!” ifadesi son senelerdeki moda deyim olmalı. Açık yüreklilikle söylemek gerekirse bu ifade Türk-İslam kültürü çerçevesinde bugüne kadar duyduğum ve gördüğüm, en abuk ifadelerden biri! Sanki bu ifade kendi “ekinini ayak altına alan, kendi kültürüne yabancılaşan,” en azından baş tacı yapmayan, “yabancı bir kültürün kötü kopyacılarının hezeyanının ürünü” bir mesaj gibi… Tabii birde Hıristiyan geleneğinde yer alan Noel yortusuyla ilişkili olan başka bir konu bulunuyor. Öyle ki; batı kültürünün ve küresel ekonominin tüketim kalıbı içinde yer alan en önemli aktörlerden biri olan Saint Nicholas yani Aziz Nikolas’a “Baba” gibi çok değerli bir isimlendirme yaparak; onu neredeyse ekinimizin, evimizin baş köşesine oturtmaya çalışma çabaları bulunuyor. Tabii yıllardan beri oluşturulan kültürel hegemonya batılı kültür değerlerinin kültürümüzün içine oturtulmasına ortam hazırlıyor veya en azından bu yönde çalışılıyor ve bunun için olağanüstü bir çaba gösteriliyor.

Şimdi bir soru daha sormak gerekiyor. Hıristiyan dünyasının ve küresel kapitalizmin sembolü olan Saint Nicholas, nasıl olur da bu kadar güçlü bir irade ve ifadeyle “Noel Baba” olarak kültürümüze yapıştırılır veya yapıştırılmak istenir? Bunu anlamak hakikaten  zor olsa da sosyal psikoloji biliminden yararlanarak açıklamak mümkün olabilir…

Nasrettin Hocaya, Mevlana'ya, Pir Sultan'a, Hacı Bektaşi Veli’ye bile Nasrettin Baba, Mevlana Baba, Pir Sultan Baba, Hacı Bektaşi Veli Baba demezken; Aziz Nikolas'a baba demenin sosyolojik ve psikolojik temellerini araştırmak gerekiyor ve bu olsa olsa en masumane ifadeyle; “içselleştirilememiş öz kültürün tezahürü” olmalı!

Nasrettin Baba !

Ne büyük mutluluk ki; kültürümüzde ve düşün dünyamızda zeka, derinlik ve nüktedanlık ile tüm dünyaya güleryüz, dostluk, sevgi, insanlık erdemi ve insani değerleri sunan önemli sayıda değerlerimiz var. Bunlardan ilk akla gelen önemli ve değerli figürlerden bazıları; Nasrettin Hoca, Hacivat-Karagöz, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Yunus Emre, Pir Sultan, Keloğlan olarak sıralanabilir. Bu topraklara bize ait özel, değerli ve evrensel ölçekte değerimizin olması, kesinlikle çok ama çok önemli bir zenginlik…

Bu alanda çok zengin olduğumuz için olmalı ki özgüvenimiz yüksek ve ne kadar ön yargısısız ki; batı kültürünün bir din adamı olmasının ötesinde küresel sermaye ve ekonominin en önemli (ve sempatik hale getirilmiş figürlerinden biri olan ve neredeyse son bir asırdan beridir, bir pazarlama aracı olarak kullanılan) Saint Nicholas her yeni yılın başında baş köşeye oturtuluyor yada medyanın da etkisiyle başköşeye oturtmamız yönünde güçlü istemler oluşturulmaya çalışılıyor. Hatta ve hatta yukarıda da belirttiğimiz gibi; kendi değer ve kahramanlarımıza bile vermediğimiz çok değerli ve samimi bir ünvanı, yani “baba” ünvanını yabancı bir figure vererek, Noel Baba diye seslendirmek yönünde trajikomik çabalar devam ediyor… Diğer taraftan Saint Nikolaus ile aynı kültürü paylaşan Almanlar, İngilizler, Fransızlar, Amerikalılar gibi pek çok ulus ise "Nikolas Baba" diye isimlendirmiyorlar ve söz konusu toplumlar oldukça resmi ifadeler kullanıyorlar, Weihnachtsmann ve Santa Claus veya Saint Nicholas(Nikolaus) olarak isimlendiriyorlar. Böyle olunca da bir bakıma bizde oluşturulan ve oluşturulmaya çalışılan tutum “kendi kültürüne fransız kalmak” anlamına geliyor… Ve duruma bu açıdan bakınca; bu ne yaman çelişki demek, gerekiyor!

Sözün özü!

Nasrettin Hoca gibi dünyanın merkezini göstermiş bir bilgeye; Mevlana gibi bir hoşgörü, erdem, gönül ehli ve sevgi abidesine; Hacı Bektaşi Veli gibi bir gönül dostuna bile “Baba” isimlendirmesi yapılmamışken; Aziz Nikolas’a Noel Baba demek, aslında kolaycılık ve biraz da ayarı kaçırmak oluyor… Belirtildiği gibi hatta aynı kültür dünyasının, inanç ve ekonominin paydaşları olan batılılar bile Saint Nikolas’a bu kadar samimi ve yakın ifadelerle isimlendirme yapmazlarken yani baba, büyükbaba veya dede demezlerken; bizim çocuklarımız ve gençlerimiz çok değer verdikleri babaları için kullandıkları bir kavramı(baba kavramını) neden farklı bir kültürün ve küresel sermayenin bir figürüne takı olarak kullanıyorlar.

Doğrusu kendi kültürüne yabancılaşma konusuna yönelik bir örnek olarak kaleme aldığımız bu yazının sonunda Saint Nicolaus’a Noel Baba yerine, Bay Noel, Noel Adamı, Noel Efendi veya Aziz Nikolas veya en azından orijinal adı olan “Sen Nikolas” isimlendirmesi rahatlıkla kullanılabilir. Başka bir ifadeyle en azından Nasrettin Hoca’ya “HOCA” ve Hz.Mevlana’ya “MEVLANA” derken; bizim gibi düşünenlerin ve bizlerin görüşlerine değer verenlerin Saint Nicholas’a "Baba” demesi beklenmez ve bu alanda farkındalık oluşturmak üzere çalışmamız gerekiyor. Ve yine buna benzer konular her gündeme geldiğinde; kuşkusuz yabancı kültür öğelerini kabul etmek ve benimsemek “hoşgörü ve zafiyet” çerçevesinde hep tartışılacaktır ve yine yeni duyarlılıklar oluşacaktır. Sahi bu arada; Saint Nicholas’a ilk kez kim, ne zaman ve nerede? Noel Baba diyerek kültürümüze yapıştırmaya çalışmış ve acaba ilk kez kim noel baba demişti bilen var mı?

Son olarak; 2018 yılında ülkemizde ve tüm dünyada barışın hakim olmasını ve ortaya çıkacak refahın adil paylaşımını, iyilerin ve insanlık erdeminin hep zirvede olmasını diliyor,  saygı ve sevgiler sunuyorum.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.