Ramazandayız ve birkaç gün sonra Bayram… 
Nerede o eski bayramlar, nerede o eski günler diye hayıflanmayan var mıdır? Sanıyorum yoktur, hele eski bayramları içine sindirerek yaşamışlar için kesinlikle yoktur…
Bu nedenledir ki geçmişten süzülüp gelen kadim kültürün sarıp sarmaladığı hayatımız ve düşünce dünyamız bizi hep “nerede o günler!” öykünmesine zorluyor! 
Aslında bilişim teknolojilerinin bu kadar hayatımıza girmediği, küreselleşme akımının bu kadar gücünü hissettirmediği dönemlerde yani geçmişte sanki zaman daha yavaş akıyordu ve sanki daha fazla iz bırakan hatıra yüklüyorduk belleklere, hafızaya…
Ne kadar çok iz var, ne kadar çok hatıra birikmiş hafızalarımıza! Düşünelim ve ne hoş, ne güzel, ne kalıcı izler bırakmış benliğimize… 
İşte bu yazıda; daha eskilere gitmek ve kadim kültürümüzün bize sunduğu değerlerden bazılarına dikkat çekmek ve özellikle gençlere bu değerlerin hala var olduğunu, bunları kaybetmemek için sorumluluk üstlenmeleri gerektiğini hatırlatmak  istedim…
Bilenin bilmeyene borcu var!
“Bilenin bilmeyene borcu var!”. Bu söz  Tema Vakfı’nın Onursal Başkanı Sayın Hayrettin KARACA’ya ait. Düşünüldüğünde her birimizi bağlayan ve mutlaka bir şeyler yapmamızı gerektiren özlü bir söz. Buna göre hepimiz borçluyuz. Pekala kime dersiniz? 
Her birimiz bir diğerimize karşı borçluyuz. Özellikle bildiğimiz bir konuyu bir bilmeyene anlatmadığımızda, borcumuz kesin. Bu borcu ödemenin yolu ise kesinlikle ekonomide vazgeçilmez bir değişim aracı olarak kullandığımız “para” değil.
Sözün özü bu: bilgiyi paylaşmak. Ancak bilgiyi paylaşmak için öncelikle bilgiye sahip olmak gerekiyor. Bunun içinse Karaca’ya göre önce okumak ve bilgilenmek, sonra ilgi duymak ve doğru tepki vermek! gerekiyor. Peki neye karşı doğru tepki? Toplum yararını ve dolayısıyla doğal varlıkları tehdit eden tüm yanlışlara müdahale etmek için, inisiyatif almak, iyi ve doğruyla toplumu buluşturmak için…

Toros Dağ Köyleri ve Karaca
Sayın Hayrettin Karaca ile ilk yüz yüze görüşmemiz 1994 yılında gerçekleşmişti. Çukurova Üniversitesi’nde doktoralı bir asistanken Proje Liderliğini kırsal kalkınma alanında duayen Prof.Dr. Onur Erkan hocamızın yaptığı Mersin ve Adana İllerini kapsayan “Toros Dağ Köylerindeki Küçük Ölçekli İşletmelerin Geliştirilmesi” projesinde görev aldığımız dönemde Karaca ile karşılaşmıştık. Proje kapsamındaki Erozyonu önlemeye dönük çalışmaları görmek üzere gelmişlerdi, doğa ve toprak sevgisi kayda değerdi, etkilenmiştim. Türkiye’nin ilk sanayi ürünü ihracatçılarından olmasına rağmen 1992 yılında bir karar alarak Sayın Nihat Gökyiğit ile birlikte Tema Vakfını kurmuş ve kendisini ülke topraklarının korunmasına adamış bir gönül eri olarak dağ tepe geziyordu. Tabii sonraki yıllarda da görüşme şansımız oldu. Cumhuriyeti özümsemiş kadim Osmanlı kültürüne bağlı ve toprağına aşık bir insan olarak durmadan yürüyordu…
Sayın Hayrettin Karaca ile son görüşmemizin üzerinden ise beş yıldan fazla zaman geçti, Allah selamet versin, kendisi o günlerde 90 yaşındaydı ve daha önce bir bölümünü okuduğum ve yine kendisinden dinlediğim görüşlerini, biraz daha kapsamlı olarak tekrar dinleme şansı bulmuştum.

Temel gücümüz kadim kültürümüz

Yine ülkesine duyduğu sevginin kaynağının, aileden ve toplumdan aldığı kültürle olan ilişkisi üzerinde duruyordu ve “bizi ayakta tutacak temel güç kültürümüzdür. Bu kültür büyük kentlerde kalmamış görünüyorsa da Anadolu da hala yaşıyor, bu bizim zenginliğimizdir.” görüşünü dile getiriyordu. 
Karaca 1922 yılında Bandırma’da Kırım göçmeni Zehra Hanım ve Halil Efendi’nin evladı olarak hayata gelmişti. Özellikle Kurtuluş Savaşı sonrasına denk gelen çocukluk yıllarındaki ortak kültürden, komşuluk ilişkilerinden bahsederek toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın o zor günlerde ve sonrasında ne kadar güçlü olduğunu gözler önüne seriyordu. Konuşmasının bir bölümünde yaşantıyla kazanılanların kültür olduğunu vurgulayarak çocukluk dönemlerine dönmüş ve o kültürün nasıl oluştuğunu tekrar yaşayarak o günlerdeki ruh haliyle anlatmıştı:

“- Bizim oturduğumuz mahallede çevreye göre durumumuz iyiydi. Varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Ancak büyüklerimiz “olanın, olmayana borcu vardır, komşusu aç iken tok olan bizden değildir…”, dediler ve bu değerleri benliğimize işlediler… Ben bu kültürle yetiştim.  Fakirlik yaygındı ama aç komşumuz yoktu. Annem akşam olunca kimsesiz komşumuza yemek götürmem için, avucuma bir kap sıcak yemek koyardı. Kulağıma da eğilip, 'Komşu anneye götür' derdi. Etrafta onu duyacak kimse yoktu, ama bu aslında bana “kimse görmesin Hayrettin”, mesajıydı. İyilik ve yardım gizliydi.  Komşu annenin yağını, odununu kim alır, kimse bilmezdi. Paylaşma düzeni vardı. İşte o bize has kültürdü, bize özgüydü.  Savaştan çıkmış bir Türkiye'de 'fakirim' diyen çoktu. Ama 'açım' diyen yoktu. Paylaşımın gerekliliğini orada yaşadım, oradan aldım bu kültürü…”
 
“Yine bize ayakkabı alınırdı. Ama o ayakkabılarla annem-babam bizi sokağa çıkartmazlardı. Herkes eşit şartlarda oynardı sokakta. Bütün çocuklar gibi ben de yalınayak oynardım, çünkü kimsede ayakkabı yoktu. Diğer çocuklarla sokakta eşit olmalıydık, onlar görüp üzülmemeliydi…''
 
“Bugün ne yazık ki özellikle büyük kentlerde bu kültür kayboluyor, kaybolan ve giden budur. Ama ümitsiz olmamalıyız. Anadolu'yu gezerken, bu değerleri hala yaşatanların olduğunu da görüyorum Ama bu da giderse telafisi zor noktaya geliriz. Bunu yaşatmalı, geliştirmeliyiz."
Tüketim kültürü hızla yaygınlaşıyor, bundan kendimizi korumalıyız. İhtiyacımız olanı tüketmeliyiz. Nedir? benim ihtiyacım: doymam, sağlığım, barınmam, kuşanmam. Bunun dışında hiçbir şey tüketmeye  hakkım yok. Param da olsa buna hakkım yok. Tüketim çılgınlığı değerlerimizi yok ediyor.  Çocukluk dönemlerimdeki "komşuyu aç bırakmayan" kültür yeniden diriltilerek, yoksullukla ve açlıkla savaş mümkün olabilir. "Dünya ikiye bölünmüş artık. Gözü açlar ve karnı açlar. İşte biz  o gözü açları doyurmayacağız.”
 
 Kısaca; Hayrettin Karaca çocukluk yıllarını “Olanın olmayana borcu vardır”, anlayışının hakim olduğu bir dönem olarak tanımlıyor ve bu kültürün hızla kaybolduğundan yakınıyor.
Bugün ise ”Olanın olmayana, Bilenin bilmeyene borcu var”, noktasında gelindiğini belirterek; ümitsizliğe yer olmadığını ve çözümün “okuyarak ve bilgiyi paylaşarak” Türk toplumunun bilinçlendirilmesiyle çözüme ulaşabileceğini savunuyor. Bu bilinci toplumda  hakim kılmak içinse; bilgi-ilgi ve tepki üçlüsünden yararlanılmasını öneriyor.
Özellikle ilgi duymanın ve tepki vermenin ilk koşulunun “bilgi sahibi olmaktan”geçtiğini; bunun ise yeni bilgilere ulaşmakla, yani okumakla mümkün olabileceğini belirtiyor. Bu nedenle kendisinin topluma bilinç kazandırmak yönünde görevi olduğunu ve “topluma karşı borçlu olduğunu” ve bunu okuyarak ödemeye çalıştığını ifade ediyor.  Kısaca; “Okumak ibadettir, okumamaksa cumhuriyete ihanettir”, diyor… 
 
Bu düşünceler yıllar önce TÜBİTAK tarafından basılan yabancı yazarlı bir eserde okuduğum bir düşünceyi çağrıştırdı. Kitapta şöyle diyordu:”Bir toplumun en saf isteği bilimsel bilgidir.” Bu ifade ile Sayın Karaca’nın düşünceleri arasında bir paralellik olduğunu söylemek mümkündür.
 
Sonuç olarak; bilimsel bilgi, sorunların çözümü ve kaynakların etkin kullanımı için anahtardır, ışıktır ve çıkış yoludur. Bu çerçevede;”Toplumun en samimi isteğinin bilimsel bilgi olması doğaldır”. Bunu gerçekleştirmek içinse; “Bilenin bilmeyene borcu olduğu” düşüncesini ve bilgiyi paylaşarak yaymak yönündeki anlayışın toplumda hakim kılınması esastır.


 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner165