Burukluk adlı kitabının bir yerinde Emil Michel Cioran; “Bir hasta bana şöyle diyordu: Benim acılarımın neye hayrı var? Acılarımdan yararlanabilecek, ya da onlarla böbürlenebilecek bir şair değilim ki” diye yazar. Şairler acılarından yararlanır evet, burası yanlış değil tam olarak hakikat olmasa bile. Ve fakat acı, tamamen bir beslenme kaynağına dönüşürse ciddi sıkıntılar baş göstermiş demektir. Bu durum akıl almaz bir kişilik parçalanmasına neden olabilir. Zira acı çekmenin gerekçeleri ortadan kalktığında da aynı alışkanlığı devam ettirmek, şiir çıkarmaya çalışmak, vicdanı aşındırır. Sürekli amaca yönelik bir his içine sokar şairi ve insanı. 

Türkiye bir ülke olarak, sürekli acısını edebiyata dönüştüren, yüzüne yalancıktan acının maskesini geçiren bir adama benziyor. Yüzüne baktığımızda biraz sonra kıyametin kopacağını sandığımız ancak kendisini tanımayan insanların olduğu yerde son derece şen şakrak, sevinçli, neşeli bir şairsilik Türkiye’ninki. Üstelik bulunduğu masada “ne derin insan” denilsin diye içinden geçiren acısını tamamen buna odaklayan ergen ve kösnül bir tavır. Bir elini cebine atmış, gerine gerine konuşan, konuşurken bir yandan da nefes egzersizleri yapan entel gibi hareket ediyor Türkiye. Daraldığı yerde imparatorluk bakiyesi olduğunu, diğer daraldığı yerde yepyeni modern çağcıl sosyal hukuk ülkesi olduğunu ileri sürmesi kişilik bozukluğu gibi bir şey. Bir nevi “parçalanmış kimlik”. 

Gerçi Gün, parçalı kimliklerin, bağlanmayı müthiş bir kusur sayanların, tüketicilerin, iyi ve kötü arasında seçim yapma ve ahlaki kararlar alma yükümlülüğünden kaçış imkânını sonuna kadar kullananların günü. Plastik düşünceler, naylon düşler, sentetik karakterler… Yapay ve olgunluktan yoksun ama bir o kadarda jelâtinli umutların alın yazılarına başkaldırdığı post modern bir dönem. İş dünyasının o vahşi ve göstermelik zarifliğiyle bireyleri teslim aldığı hatta ele geçirdiği bir zaman dili(mi)ne teslim artık ülkemiz. Artık evlerimizin sıkıca kilitlenmiş kapıları ardında da olsa, güvendeyiz. Bireylerin kurtuluşu vaadi gerçekleşti!!! Ama kurtarıldığımız ip tamamen zehirle sırlanmış ve elimize bulaştığında yavaş yavaş öldüren cinsten. 

Türkiye’de kişinin önünü göremediği, arkasında iz bırakamadığı bir "çöl yolculuğu" olarak yaşanan hayat yalnızca yeşile boyanıyor. Üstelik yemyeşile. Soylu duygular sayesinde insanların övgülerini kazanmak için çalışmak, vatandaşlık ödevi oldu yurdumuzda. Bütün gücünü demokrasinin selameti için harcayan Türkiye, ne yazık ki kendi ferahlığını ve nefesindeki darlığın geçmesini demokrasisinin gelişimine çarmıhladı. 

Bir bakıma Özgürlüğün esaretine

Kendi başına musallat olan her türlü sıkıntıyı yine kendi başına bela olmuş bir şeyle çözeceğine inanmanın sakatlığından söz ediyorum. İster yakın tarihimize ister uzak tarihimize bakalım, başımızın sıkıştığı yerde bize yardım eden şeylere burun kıvırmak en hafif ifadesiyle yalınkatlık. 

Bu topraklardan bin yıldır boşuna yaşadık sanki. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Bir erkekle bir kızın uzun yıllar nişanlı kalıp bütün eksik ve gediğini görüp her türlü maddi ve manevi hazırlıktan sonra düğün günü ayrılmaya benziyor. İnsan her dönemde insandır. Âdem’den beri. Eşyanın değişmesi, insanın; dünyaya, yerine yurduna ettiği fenalıkları değiştirecek değil. 

Sözün özü; acısıyla beslenen ergen pozları ve üst perdeden bayat teraneler yerine bin yıllık karakterin sağlam kalmış organların nakliyle düzelir sakatlığımız. Yani gelenekle. Hurma mübarektir, soğan kabuklarını yakmak iyilik getirmez diyenlerle… İş adamı merhametiyle değil.

Aramakla bulunmaz ama bulanlar arayanlardır. 





Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.