Türkiye’de tarih sadece bir anlatı, bilim yahut bilgi biçimi değil aynı zaman da şimdiyi ve hatta geleceği şekillendirmenin yöntemidir. Bu yüzden tarihe yüklenen anlam ve sorumluluk, tarihin bizatihi boyunu aşan bir durum. Peki, tarihin boyu posu ne kadar? Yahut nereye kadar uzanır bu ‘tarih’ denilen tamahkâr tüccarın eli? Tarihin eteğine yapışırsak biz hangi tehlikenin berisinde kalacağız? Veya geçmişin ta en uzak izinde kendimizden –insan olmaktan mülhem- bir şeye rastladığımızda “işte kendimi buldum” diy
e Arşimetvari bir sevinç mi yaşayacağız…?



Bütün bunlar soru olmaktan ziyade bir sorgulama aslında. Biraz ironi içerse de tarihi, esatiri, efsaneyi bugünkü varlığının delillerinden biri olarak gören insanlar için ciddi sorgulamalar… Hemen hemen her alanda söylenen şeylerin arka yüzüne, tarihin rengini iliştirmek fotoğrafımızı tastamam güzel kılmıyor. Aksine çoğu zaman bir renk uyumsuzluğu ve fon figür ilişkisine taban tabana zıt bir görüntü çıkıyor ortaya. Bugün yaşamın içinde sıradan bir eylem, söylem, anlayış veya eşyanın hatta kelimenin, köklerini en geçmişte aramak ve işin kötüsü bulmak hiç de sağlam bir zemin değil. Şimdiki zamanda, tam şu anda gelinen noktayı, bu zemine bağlamak aslında marazi bir durum. Daha açık ve nükteli bir ifadeyle; bugün soframızda olan yemeğin malzemeleriyle, geçmişte yapılan yemek malzemelerinin aynı olduğunun farkına varmak bizim köklerimizi bütünüyle birbirine bağlamaz. Ya da dil denilen mucizenin içinde bugün kullandığımız kelimelerin köklerini yüzlerce yıl önce yaşamış bir toplumun kullandığı dilde bulmak huysuz ev sahibi hissinden başka bir his var etmez. Diğer bir ifadeyle üstünde yaşadığımız topraklar Hattilerin ayak izleriyle kararmış topraklardır, çaldığımız sazın ağacını da Hititler seher vakitlerinde sulamışlar, orta Avrupa’nın konuştuğu dil eti uygarlığının türkülerinin nakaratından türemiş, buğday, Hitit kraliçesi ile Urartu kralının evlenmesi ile ortaya çıkmış bir meyveymiş gibi panik-anakronizmlere neden olmaktadır.  Tarihin kılcal damarlarına inerek oradan kendi damarına uygun kan bulmaya çalışma alışkanlığı çabucak hastalığa dönüşmeye müsait bir şeydir. İnsan böyle düşünmeye devam ettikçe bir süre sonra; “şu gördüğünüz saat kulesinin taşlarını, mısır kralı Eksiüçüncü Ramses, Osmanlı paşası Yetmiş Sekiz Hasan paşaya karatrenlerle hediye olarak gönderdi” demeye başlıyor. Tam o esnada sadece bu cümleyi kuranlar değil aynı zaman da dinleyenlerin de tarihi ve bugünü çarpışmaya başlıyor. İnsanın geçmiş algısındaki bu kanlı savaş, bugünü anlama, şimdiyi inşa etme, asıl şimdi güzel şeyler ortaya koyma kabiliyetini, yere seriyor. Ve geçmişin çürümüş artıklarıyla bugünü tanımlamak, yiyen herkesin zehirleneceği yemekler yapma alışkanlığı peyda ediyor.



Bir çok şehir, kendisiyle hiçbir kültür bağı kalmamış, hiçbir adetini taşımadığı uluorta Eskidünya klanlarını medeniyetin beşiği gibi görmekte. Şehirlerin cadde, sokak, işyeri ve hatta mabetlerine bile İsa öncesi ve hatta Musa öncesi isimlerini tabela tabela veriyor. Geçmişi bu denli aşılmaz bir kut olarak şimdinin önüne koymakla hem, bugünü hem yarını tahrif ediyor. Bir misal; üniversitede tarih bölümünde okurken, Hititlerle ilgili en büyük bilge olduğunu her ders söyleyen bir profesör vardı. Batı Hun devletini anlatırken, kendini dindar göstermek adına olsa gerek, bakın gençler, büyük hakanımız Attila, o gün papayı dize getirmiş ve Hristiyan dünyasını dizginlemişti. Bu İslam’a hizmet değil de nedir demişti. Ben de sayın hoca/m yalnız İslam henüz gelmemişti ve İslamın gelmesine 150 yıla yakın bir zaman vardı, dediğimde beni dersten atmıştı. Böyle düşünmekten! Kime ne hayır geleceği su bile götürmez.



Enteresandı vesselam.



Kısaca şunu söylemek istiyoruz; bugünü asla bizimle uzaktan yakından alakası olmayan garip toplumların, iki tane taş bırakarak hayattan göçüp giden devletlere borçlu değiliz. Hele ki günümüzün bütün birikimini esamisi okunmayan kalıntıların altından çıktığını varsaymak, o şehri oraların adıyla donatmak sadece gülünç oluyor…



Somun ekmeğini düzgün bir ekmek olarak çıkartıp sofraya koyamayanlar, bu ekmek Frig çöreği, Hatti böreği gibi fantastik hastalıklara tutuluyor. Bu yüzden önce illa geçmiş anlatılacaksa, dünden başlamalıdır. Dünden daha önceden değil.



Her zaman tarihin eteğine yapışmak, tarihin bize annelik yaptığını göstermez. Tarihi dişi bir kuş görüp, yuva yaptırmak aynı zamanda yuva yıkımlarına da neden olabilir.



Tarih yalnızca bir ilimdir. Okunur, bilinir, anlatılır, sevilir, kimi zaman ibretliktir. Ötesi değil…



Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.