Rahmetli Rainer Maria Rilke’nin Duino Ağıtları diye 10 ağıttan oluşturduğu, muhteşem ve uzun bir şiiri vardır. Rilke, bu şiirini 1912 – 1922 yılları arasında 10 yılda tamamlamış. Ağıtlar, müthiş bir varlık sancısının, kuvvetli bir inancın kalemden nasıl aktığının en halis örneklerinden biridir. Şair, Almancanın soğukluğuna rağmen “bir insan tekinin” yazabileceği en güzel şiiri yazmış. Elim bir can sıkıntısının kendisini sardığı vakitler, “Kuran-ı Kerim okumalıyım” diyen bir şairdir Rainer Maria Rilke. Ağıtları yazdıktan sonra 1923’de koyu bir hastalığa tutulmuştur. Birkaç yıl sonra da vefat etmiştir. 


Rilke’nin kendi ağıtıdır, “Duino Ağıtları”… Okuduğunuz da en az bir gününüz diğerlerinden başka biter ya da başlar.


Yeniyetme denilecek bir halim kalmadı. Kırkıma geldim. Yani kırkım çıktı neredeyse. Aklım yeteli beri bir derviş aradım. Damağıma batan meseleleri, çok söze hacet duymadan biraz daha az acıya çevirecek bir dervişti istediğim. Eskilerin tabiriyle yedeğine katılıp gitmek istediğim bir derviş bekledim bu yaşa kadar. Varlığından ziyadesiyle memnun olduğum, sözünün esiri olduğuma şükrettiğim insanlarım oldu. Hiçbir sözünü israf etmek istemediğim “benim insanlarım da” oldu ve hala var. Aynı göğün altında “yaşamak” denilen yükü hafifleten insanlarım da var çok şükür. Ve fakat böyle her an halimize hazır ve nazır olan, insan teklerinden mahrum ettiler bizi. Bunun yerine, umuma seslenen, alçaklığını, kahpeliğini derisinin altında ve kemiklerinin arasında maharetle gizleyen insanlara muhtaç bıraktılar bizi. 


Bu ülkede yapılan “kişilik fetişizmi” birçoklarını öyle şeylerden mahrum etti ki ayakta durmamızı sağlayan bütün hasletler p/iç edildi. İliğimize akıttıkları dünya düzeninin bütün pislikleri yıkandıkça kirlenmemize neden oldu. Kendimizi birazcık temizlemek adına yanına yanaştığımız insanları ise daha çok kirletmişler. Biz onlara hürmet ettikçe, bir tane beyaz noktamız kalmadı.


Dinle vurdular bizi 


Mızraklarının ucuna Kuran sayfası takanlardan ne öğrendilerse üzerine bin eklediler. Sözünü dinlediğimiz adamları yeryüzünün vahşi nimetleriyle süsleyip üzerimize saldırttılar. Bedenlerimizin değil itikadımızın ve inancımızın namusuna göz diktiler. Dudaklarında ve gövdelerinde, şeytanın dudaklarının izleri olan morukların, çapulcuların, âlim ve mümin müsveddelerinin gece zevklerinden sonra aklına gelenleri bir din olarak önümüze koydular. Peygamberin ayı ikiye yarmasını görmeyip bütün varlığıyla buna inanan bizlerin ar damarlarını yardılar, ortadan ikiye. Kendi necasetiyle beslenen mundar tipleri büyük uluhacıhoca diye damlattılar, aklımıza. 


İnsanlık tarihinin en yırtıcı ve gaddar misallerini kendilerine üstat edinenler ahlakımızın ak sayfalarını karaladılar. Sözüne baktığımız yamyamlar mağaralarında leş yiyip ağızlarını bizim samimiyetimizle sildiler. Cami mihraplarında yazan Allah ve Muhammed lafızlarının yan yana durmasını bile, şirk olarak görecek kadar gözleri dönen tipler, ayetlerin aslını bilmediğimiz müddetçe Allah’ın gazabına uğrayacağımızı fısıldayan tüysüz ecinniler, akıl-bilim-fen-teknoloji, olmadan tanrının parçacıklarını idrak edemeyeceğimizi söyleyen plastik ve naylon tevhitçilerle böğrümüzü deştiler. 




Gözyaşlarını kullandılar


Keyfinden ağlayan, inleyenleri takvasından ağlıyor dediler. O yüzünde nur kalmamış embesillerin gözyaşlarını İlminin artığı diye bize içirmeye kalktılar. Bunlardan tiksinip içmeyenleri ise alınlarının ortalarına kara çaldılar. Gördükleri yerde taşlamak için… 


Gördüğü ekmek ufaklarını, diliyle parmağını ıslatarak, alıp ağzına götüren nezaketi katlettiler, el birliğiyle. Tam o esnadaki iki büklüm samimiyeti, ellerine geçirdikleri envai çeşit silahlarla taradılar. İşte o içimizdeki nezaket ölünce, başladı her şey. Bütün katliamlar, bütün kırımlar, telef etmeler, o zaman başladı. 
Ekmek ufağını, parmağıyla ıslatıp yerden almak kınandığı sürece bu topraklara pislik yağacaktır. Öyle olduğu sürece namusumuz tehlikede demektir, İffetimiz işgal altındadır. 


Bakışından, nazarından etkilenip başımızı önümüze eğen bir derviş bırakmadılar. Hayatlarını, efsanelerle gözlerimizin önünde büyüttükleri bunakların eteğine yapışmamızı emrettiler. Kimin rahlesine oturduysak, aşağılık şeyler beslediğini gördük minderlerinin altında. 


Etkilenme isteğimizin ve hevesimizin üstünde tepine tepine canımızı yaktılar. Yıllardır aç bıraktıkları kemirgen böcekleri, üstümüze saldılar. Oysa etkilenmek, emsal almak en güzel akrabalık biçimiydi. Birimiz ötekimizin en halis hasletini gördükçe biraz daha halis oluyorduk. Hakka, hakikate bağımlı birer kişilik oluyorduk. Beslendiklerimiz yunmamış da olsa temiz şeylerdi. Yanımıza sildiğimiz zaman pislikten arınan şeylerdi. 
Hiç yoksa mevlid okurdu bu ülkenin insanı. Efendimizin, adı zikredildiğinde ayağa kalkar salavat getirirdi. Allah’ın eli bizim üstümüzdeydi. Çeliği, demiri, pirinci eritip bileklerine ve ellerine döktükleri küfürle, Allah’ın elini üstümüzden asıldılar… 
Ve şimdi dünyanın hiçbir dili, hiçbir şairi hak ettiğimiz ağıtı yakamıyor. 
Bütün kurnazlıklardan arınıp alnını secdeye koyup, kendi ağıdını yakanlar ey!!!




“Neredesiniz?”


“Kim bizi tersine çevirmiştir böylesine,
Her ne yapsak yola çıkan 
Birine benziyoruz.
Nasıl o son tepede
Vadisini görünce son bir kez döner, duraklar ve oyalanırsa 
Biz de öyle yaşıyoruz.


Hoşça kal diyoruz hep”. Rainer Maria Rilke…









Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.