Yazamadım!

Bugün 11 Temmuz, yani günlerden Srebrenitsa! yani acının günü. Bir bakıma medeniyetin ikinci yüzünü, canavar suretini gösterdiği gün!

Bu tarifsiz acıların yaşandığı günün yıldönümünde bilgilerimizi tazelemek üzere okuyup, dinleyip, belgesellere bakıp ortaya çıkan verileri ve görüşleri kaleme alayım ve paylaşayım istedim.

Tabii konu ağır! metinlere, belgesellere geçmeden önce daha hafif bir anlatıma sahip olduğunu bildiğim sanatçı Haluk Levent’in “Srebrenitsa” başlıklı ağıtını dinlemeye karar verdim. Şarkının klibi bulutların arkasından kendini kurtarmaya çalışan güneş görüntüsüyle başlıyor ve sanki; “Ey insanlık bize kıyılırken duymadınız, görmediniz, insanlık dışı yaratıkların insana, insanlık değerlerine saldırılarını hissetmediniz, gözlerinizi kapatıp, kulaklarınızı tıkadınız, insanlıktan nasibini almamışların öç alırcasına saldırılarını görmediniz ve o  caniler sadece canımızı almakla kalmadılar, çocuk, yaşlı, kadın demeden bedenlerimizi canlı canlı toprak altına gömdüler, duygularımızı, sevdiklerimizi, hayallerimizi, değerlerimizi, medeniyete olan inancımızı aldılar, ruhumuzu kirlettiler! hiç olmazsa artık anlayın, acımızı paylaşın” mesajı verir gibiydi. Sonrasında siyah-beyaz görüntüyle bir tank ateş ederken beliriyordu takiben hem ağlayıp hem gözyaşlarını silen çaresiz yaşlı bir anne ve yine başka bir anne kucağında çığlıklar içinde ağlayan bir bebekle yürüyordu. Klibin sol alt bölümünde ise “11 Temmuz 1995’te Srebrenitsa’da Birleşmiş Milletler Kuvvetleri, kendilerine sığınan On binlerce sivil Müslüman Bosnalı’yı, Sırp Güçleri’nin eline teslim etti…”  yazıyordu. Sanatçının bir bakıma Srebrenitsa’ya ağıtı: “…Bazen canavardır uygarlık denen illet, çağdışı kalır bazen insanlık medeniyet! Seni kurtaramadık hiç bir şey yapamadık, yüreğim buruk yüreğim hasta, tam onyedi yıl oldu seni unutamadık affet bizi Srebrenitsa!” diye devam ediyor ve acının derinliğinde gidip geliyordu…

Sonra  Bosna Hersek Cumhurbaşkanı Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in yazmış olduğu bir mektubunu hatırladım. İnternette aradım ve hemen buldum.

Bir hukukçu olması yanında büyük bir mütefekkir olarak dünü-bugünü-geleceği sentezleyip vizyon ortaya koyan bir devlet adamı olarak Aliya İzzetbegoviç  mektubuna “Merhaba Efendim, Ben Aliya. Aliya izzetbegoviç. Bosna-Hersek’in Cumhurbaşkanıyım. Sizi Devlet-i Aliye’nin en güzel şehirlerinden birinden, Bosna Sarayı’ndan, sizin daha sık kullandığınız haliyle Saraybosna’dan selamlıyorum.” diye başlıyordu. Mektubunu okumaya koyuldum. Mektup samimi bir dosta, hatta kesinlikle bir kardeşe yazılmış gibiydi. Mektupta ara hitaplarda Ey Türk evladı, Unutma. Ben Aliya,” şeklinde duygu yoğunluğunu muhatabına, yani bizlere aktarıyordu.

Mektup “Bu kısacık sohbetimizde, parçası olduğumuz Avrupa’dan, Avrupa’nın ve Batı’nın aslında ne olduğuna dair bazı tecrübelerimden bahsetmek istiyorum. Belki bilirsiniz, benim dedem Devlet-i Aliyye’nin ordusunda askerlik yapmıştı, Üsküdar’da. Orada tanıştığı bir Türk kızıyla, ninem Sıdıka ile evlenmiş. Babam Mustafa Bey, bu evlilikten doğmuş. Biz ailece 1927’ye kadar Bosanski Samac sehrinde yaşadık. Bu şehir Sultan Abdülaziz zamanında Müslümanlara tahsis edilmiş, Semendire’den gelen Boşnaklar tarafından kurulmuş. Ben iki yaşındayken Saraybosna’ya taşınmışız. Çocukluğum ve öğrenciliğim Saraybosna’da geçti. Bu dönemde Yugoslavya’da Kara Corceviç hanedanı hüküm sürüyordu. Bu hanedan 19. yüzyılda Devlet-i Aliyye’ye isyan eden Sıirp Kara Corceviç’in kurduğu hanedandı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Corceviçier planlı bir şekilde Müslüman halkı yok etmeye yönelik politikalar uyguladı. Yapılan toprak reformuyla bize ait 10 milyon dönüm toprağa el koydular. Birçok zengin aile, bir gecede her şeylerini kaybetti, Müslümanlar varlıklı uyandıkları günün akşamına fakir bir halk olarak girdi. Bosna’da üç halk yaşıyordu: Müslümanlar, Sırplar, Hırvatlar. Aslında onlar bizi Müslüman diye ayırmıyorlardı, bize Türk diyorlardı. Sırplarin gözünde 1389 Kosova Savaşı’nda burayı fetheden Türkler bizdik yani Boşnaklar. (Siz de sorguladınız mı bilmiyorum ama ben 28 Haziran 1389 ile 28 Haziran 1914 arasında küçük de olsa kurnaz bir bağ olduğunu düşünmüşümdür….” şeklinde ilgi çekici, samimi ve duygu yüklü ifadelerle devam ediyordu. Esasen Aliya İzzetbegoviç’in uzun sayılabilecek mektubunu içeriğinde yer alan yaşanan tarifsiz acılara sanki tanık oluyormuşçasına etkilenerek okumakta zorlansam da, tamamladım ve orada kaldım, daha başka belgesel özelliğindeki kaynaklara geçemedim, daha fazla  ilerleyemedim.

Bu kadar yetti!

Hiçbir yüreğin kaldıramayacağı içeriği, acıyı yazamadım, kaldım!

Yazamadım!

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.