İslam dünyasının içinde bulunduğu durum öylesine bir karamsarlık duygusu yaratıyor ki, çok kişi artık egemen güçlere tamamen teslim olmaktan başka çare kalmadığını, onların dümen suyuna girip boyun eğmekten başka çıkar yol olmadığını düşünmeye başlıyor. O kadar ki, bu duruma karşı çıkıp direnmek isteyenler, ”durumu daha da kötüleştiriyorlar” diyerek kızgınlıkla karşılanabiliyor.

Oysa durum ne kadar kötü görünürse görünsün, bugünkü halimiz 20. yüz yılın başındaki halimize göre çok daha ümit verici. O yıllarda ümmetin son sığınağı olan Osmanlı Devleti yenilmiş, bütün bir İslam coğrafyası fiilen işgal edilmişti. Galiplerle aramızda ekonomik, askeri, kültürel her bakımdan öylesine bir uçurum vardı ki, işgale karşı çıkmak  imkansızdı. O yüzden batılı güçler istedikleri yeri diledikleri gibi dizayn ettiler, yeni birçok devletçikler kurdurdular. Bir kısmını atadıkları valiler eliyle doğrudan yönetirken, bazılarını da göstermelik bağımsızlıklar vererek, içimizden devşirdikleri adamları vasıtasıyla idare etme yolunu seçtiler.

Evet, bugün de İslam dünyası yangın yeri, şehirlerimiz, dağlarımız ateş altında; dört bir yanımız kuşatılmış, akan kanın, göz yaşının haddi hesabı yok, ama her şeye rağmen o günkü gibi bir teslimiyet söz konusu değil. Tam aksine düşmanın, asırlardır kesintisiz sürdürdüğü Haçlı saldırıları sonucu yenilgiye uğratarak teslim aldığı ve artık ebediyen tehlike olmaktan çıktığını zannettiği İslam, bugün yeniden başkaldırıyor. 

İki yüz yıldır en başta dinleri ve dilleri olmak üzere bütün değerleri vahşi saldırılara maruz kalan, adeta bir kültürel soykırıma tabi tutulan İslam dünyası, şimdi mucizevi bir şekilde  dizlerinin üzerinde doğrulmuş, ayağa kalkmaya çalışıyor. Halbuki batı bu sonucu elde etmek için yüzyıllarca uğraştığı gibi kurduğu kukla yönetimler eliyle Müslümanları kendisine benzetmek için az ter dökmedi.

Asırlık emeğin boşa gittiğini görmenin kızgınlığı ile şimdi doğulusuyla batılısıyla, sosyalistiyle kapitalistiyle tüm emperyalist güçler, varını yoğunu ortaya koyuyor ve İslam dünyasını bir kez daha ezip geçmek istiyor. Savaş öylesine kızıştı ki bütün maskeler atıldı artık. Yıllarca farklı kamplarda imiş gibi görünen batılı kapitalistlerle, onlara karşı olduğunu iddia eden tüm sol ve sosyalist kesimler, içimizden devşirdikleri ve hiç de azımsanmayacak sayıdaki mankurtlar, içeriden dışarıdan, sağdan soldan her taraftan saldırıyorlar.

Aradan tam yüz yıl geçtikten sonra kimilerinin iddia ettiği gibi ABD ile Rusya arasında yeni bir Sykes-Picot anlamına gelecek bir Kerry-Lavrov anlaşması var mıdır bilmiyoruz, ama öyle anlaşılıyor ki yüz yıl önce yarım bıraktıkları şeyi tamamlamak, sınırları yeniden çizmek istiyorlar. Ama bu defa başaramayacaklar. Çünkü 2016’nın dünyası, o meş’um antlaşmanın yapıldığı 1916’nın dünyası değil. İslam dünyası hiç değil.


Tarih boyu bütün firavunlar, iktidarlarını büyücüleri vasıtasıyla yarattıkları korku imparatorluğuna borçludurlar. Yıkılması, yenilmesi imkansız gibi görünen bu yapılar esasında bir asa darbesi ile yıkılacak kadar güçsüzdürler, yeter ki mazlumlar Musa olabilmeyi hak etsinler. Denizaltılardan attıkları güdümlü füzeler, uçaklardan yağdırdıkları akıllı bombalar, aylardır Türkmen Dağı’ndaki bir avuç kahramanı bile oradan sökemedi. Bütün güçleri masum çocuklara, biçare kadınlara yetiyor.

Mazlum Suriye halkının şahsında İslam dünyasına tekrar diz çöktürmek istiyorlar. İşi mümkün olan en kısa zamanda bitirmek için de en yeni ve tahrip gücü yüksek her türlü silahı kullanıyorlar. Bu kadar üstün silah gücüne rağmen böylesi bir direniş, çağın firavunlarını çılgına çeviriyor. İş uzadıkça değil İslam dünyasını, kendi kamuoylarını bile kontrol edebilmekten korkuyorlar. Etkili silahlar veremese bile insani yardımlarla direnişi ayakta tuttuğu için savaşın uzamasının sorumlusu olarak da Türkiye’yi görüyor ve hiç yüzleri kızarmadan bunun için suçlayabiliyorlar.

Üstelik barbarlıklarını gizleyebilmek, en azından dünya kamuoyunu rahatsız eder şekilde görünür olmaktan çıkarmak için sınırda yığılma olmasın istiyorlar. O yüzden de hiç utanmadan Türkiye’ye çağrı yapıyorlar, mültecileri içeri alması için. Bugüne kadar içeriye aldığı mültecileri ya şehirlere dağıtarak veya çadır kentlere yerleştirerek bir şekilde görünmez kılan Türkiye, artık bunu yapmıyor, sınır ötesinde kamplar kuruyor. Yıllardır BM’ye, ABD’ye adeta yalvararak oluşturulmasını istediği güvenli bölgeyi şimdi Suudi Arabistan, Katar gibi devletlerin de yardımı ile kendisi yapıyor.

Bakalım, Sarı Moskof daha ne kadar zaman gizleyebilecek kanlı suratını IŞİD’le mücadele ediyorum maskesinin ardına. AB-ABD kahpeliği daha ne kadar oyalayabilecek dünya kamuoyunu. NATO, yıllarca ittifakın en fazla yükünü çeken Türkiye’nin, bu ittifakın kuruluş gerekçesi olan Rusya tarafından açıkça tehdit edilmesi karşısında, “taraflara itidal tavsiyesinde bulunuyoruz” diyebiliyor. Türkiye’nin yıllarca bütün güvenliğini emanet ettiği bu çete, Rusya ile bir savaş halinde kılını bile kıpırdatmayacağını göstermiştir.

Çok da iyi etmiştir. Böylece İslam ülkeleri arasında yeniden kardeşlik ve dayanışma sesleri yükselmeye, düne kadar çoğumuza bir ütopya gibi görünen “İslam ordusu” sözleri dillendirilmeye başlandı. Hayale kapılmıyoruz elbet. Bunun öyle kolay bir iş olmadığını  biliyoruz.. Ama konuşulmaya başlanması bile bir milattır. Her bir İslam ülkesinin batılı doğulu bir emperyal güce yaslandığı günler geride kalıyor demek ki. Bundan daha güzel ne olabilir.

Omerkilic91@hotmail.com

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner165