Onurlu yaşadı, onurlu öldü.

Yeni Şafak Yazarı Murat Zelan, 15 Temmuz hain darbe girişiminde oğlu Abdullah Tayyip ile birlikte şehit olan hemşehrimiz Erol Olçok’u yazdı.

16 Temmuz 2018 Pazartesi 13:34
Onurlu yaşadı, onurlu öldü.

Yeni Şafak Yazarı Murat Zelan, 15 Temmuz hain darbe girişiminde oğlu Abdullah Tayyip ile birlikte şehit olan hemşehrimiz Erol Olçok’u yazdı.
Zelan,”15 Temmuz’un sene-i devriyesi dolayısıyla Erol (Olçok) Ağabey hakkındaki yazımı tekrar huzurlarınıza getiriyorum. (Allah gani gani rahmet
eylesin.) Arkadaşlarının en zor günlerinde parasını verirdi, vatanının en zor gününde canını verdi.” dedi.


İşte o yazı;

“Muhitttiiinnnn, çay verrrr!”
Erol abiyi (Olçok) en çok bu sözleriyle anıyorum. İstanbul'da, Beyazıt'ta, onlarca güzel adamın takıldığı İlesam'ın bahçesinde çay isteyeceği vakit
böyle seslenirdi. Standart. Her zaman yüksek sesle.
Konuştuğunda bulunduğu mekânı doldururdu sesi. Bıçkın adamlara mahsus bir özgüven vardı sesinde.
Çoğu kez cebimizde beş kuruş paramızın olmadığı, öğün edebilmek için tek başına bir vakıf gibi yaşayan Hilmi abinin (Oflaz) yoksullara, öğrencilere,
evsizlere, işsizlere, kimsesiz çocuklara dağıtmak üzere bakkal bakkal, market market, fırın fırın dolaşıp topladığı peynir, ekmek, zeytin, domatese
muhtaç olduğumuz eski zamanlarda tanıdım Erol abiyi.
Reklamcılık yapıyordu.
Sultanahmet'te mütevazı bir ofisi vardı. 90'lı yıllar. 93 belki de.
Bir yıl kadar sadece “Muhitttiiinnnn, çay verrrr!” diye yüksek sesle bağıran adam olarak tanıdım onu. Neredeyse hiç sohbetimiz olmadı bir yıl boyunca.
Sonra, tanıştık. İlesam'daydık. Beraberce çıktık. Şair İlhami Atmaca, Erol abi ve ben… Ben daha çok gençtim. Genç, evsiz ve serseri. İlhami abiyle
takılıyordum o sıralar. Hakan Albayrak Bosna'ya, savaşın içine dalmıştı çünkü, insani yardımları organize edebilmek için. Yoksa, hep Hakan Albayrak'la
beraberdik. O yokken, İlhami abi cebini ve evini açmıştı bana. (Ebubekir Kurban bozulmasın, herkesten önce o vardı elbette.)
Neyse işte… 90'lardan kalma bir gece… Erol abi, İlhami Atmaca ve ben Beyazıt'tan Sultanahmet'e doğru, tarihi yarımadanın asırlara meydan okuyan tarihi
eserlerinin arasında gündelik hayatlarımızdan bahsediyorduk. Vakit geç oldu. Hava soğuk. Erol abi, hadi ofise gidelim dedi.
Ben evsizdim, nerede akşam orada sabahtı benim için. Yine de, o gece bir sürpriz yaşadım kendi adıma; meğer, Erol abinin de gidecek bir evi yokmuş.
Ofiste yatıp kalkıyormuş.
Otuzlu yaşlarının başında, öylesine özgüven dolu bir sese sahip olan birinin dışarıdan görünmeyen “kırık bir hikayesinin” olabileceğini o gece öğrendim.
Sesi dimdik ayakta duran bu adam, gerçekte, ayakta dimdik durmak için tırmalıyordu hayatı. Biraz daha lafladık. Dertler, borçlar… Cağaloğlu'ndaki
onlarca matbaacıya borcu varmış. İşler de kesatmış. Gecenin karanlığı hikayelerin karanlığına karıştı. Yorucu bir hikâye ve yorucu bir geceydi. Erol
abi, İlhami Atmaca'ya ve bana birer battaniye verdi. Yere, halının üzerine kıvrılıp yattık.
Aradan bir süre geçti. Erol abi, 1994 yılında bir siyasi partinin reklam işini aldı. Etrafındaki bütün arkadaşlarını davet etti, kazandığı parayla
yoksul zamanlarından kalma bütün arkadaşlarına cömertçe ödeme yaptı.

Erol abinin eli para görünce, arkadaşlarının eli de para gördü. Yokluk, yoksulluk, yoksunluk, kimsesizlik nedir bilirdi çünkü, hayatı tırmalarken
tırnaklarının arasına sıkışan çile artıkları hiç çıkmamıştı oradan çünkü.

Bir sonraki seçim döneminde Erol abi yine aynı partinin seçim işlerini aldı. Yine para kazandı ve yine arkadaşlarına cömertçe ödemeler yaptı. Sonra,
Tayyip Erdoğan'ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde, basın danışmanlığını üstlendi Erol abi. Bir daha hiç ayrılmadı yolları. AK
Parti'nin kuruluşunda yer aldı, kurumsal kimliğinin oluşmasını, reklam ve tanıtımlarını üstlendi. Elbette, para da kazandı. Ve yine kendi kazandıkça
yoksulluk günlerindeki arkadaşlarına da kazandırdı. Yeri geldiğinde işsiz bir arkadaşına bir dükkân açar, içine ticari malı koyar, burası senin işlet,
ekmeğini kazan derdi, bizzat şahidim. Arkadaşlarının ötesinde, daha birçok kişiyle, kurumla paylaştı birikimini, gürül gürül akan tarihi bir İstanbul
çeşmesi gibi.

Evlendiği gün de beraberdik. Nikah günü hatırası olarak “ceride-i izdivaç” çıkarmıştı, aradı, “Murat senden de bir yazı istiyorum” dedi. Muzipçe şeyler
yazdığımı hatırlıyorum.

Sonra ne oldu, uzun süre görüşemedik. Aramadım, arayamadım Erol abiyi. Parası olan, makam sahibi olan arkadaşlarımı arayamam. Ayrıca, serveti artınca
selamı eksilen, makam sahiplerini gördükçe gözleri açılan, eski dostları gördükçe gözlerini kaçıran nice adam tanıdım bu hayatta. Erol abi hiç öyle
olmamıştı halbuki. Hiç “sınıf” değiştirmedi. İktidar sahipleriyle birlikte oturduğu masada dostlarından birini kapıdan başını uzatmış gördüğünde,
kendine özgü o bıçkın sesiyle, “Gel, gel, otur şöyle” derdi, yoksulları görünce yüzünü ekşitecek cinsten adamlara ders verircesine. 90'ların başında çay
içecek parası olmayan, ofiste yatıp kalkan Erol Olçok ile, sonraki yıllarda varlık sahibi Erol Olçok arasında zerre miskal fark yoktu. Yüzünü, gözünü
kaçırmazdı, yoksulken de varlıklıyken de 'döndüm mü bütün gövdesiyle dönerdi' dostlarına. Her gördüğünde aynı samimiyetle, aynı bıçkın edayla, aynı
coşkuyla selamlardı.

Sonra bir seçim döneminde o aradı beni. Filanca arkadaşla beraber filanca siyasetçiye destek olmanızı istiyorum, strateji metni, konuşma metinleri vs.
yazarsınız, dedi. Başka bir şey konuşmadık. İş bitti. Erol abi yine cömertti, hep cömertti, daima cömertti.

Bir sonraki yıl, (Başbakan Yardımcısı) Yalçın Akdoğan'ın bir programı vesilesiyle Üsküp'e gittik beraber. 'Eş durumundan' Üsküplüydü Erol abi. Ev sahibi
olarak orada da ağırladı bizi. Yine dostane, yine içtenlikle, yine cömertçe. Sonra Balkanlar için projelerinden bahsetti, kendisini ait hissettiği ata
yadigârı o topraklar için de bir şeyler yapmak istiyordu. Sadece Anadolu için değil, kadim coğrafyamızın tümü için çarpıyordu kalbi. Mağrip için, Mekke
ve Medine için, Kafkasya için…

Derken birkaç ay görüşmedik yine. Günün birinde, Ankara'da havaalanında karşılaştık. Yine samimi, yine bıçkındı. Zelaaaannn, niye aramıyorsun beni,
dedi. Abi, dedim, sen artık zengin bir adamsın, meşgul bir adamsın, aramaya çekiniyorum. “Olur mu lan öyle şey” dedi, “sen benim en eski
arkadaşlarımdansın. Sen aramayacaksın da kim arayacak beni. Her zaman ara. Neye ihtiyacın olursa ara. Mutlaka ara.”

Arabası geldi. Binmeden önce: “Ara mutlaka haa…”

Derken, ben Kolombiya'ya yol aldım. Bir ay sonra, telefonumda dört arama gördüm: Erol Olçok, dört cevapsız çağrı. Cevaben aradım. Yine bıçkın adamlar
gibi konuşuyordu. “Zelaan, Kolombiya'da cerrahiler var, sana adreslerini vereceğim, gidip onlarla tanış, selamımı söyle” dedi.

Olur abi, harika olur, dedim.

Bir ay kadar geçti. Erol abiye bir daha ulaşamadım.

15 Temmuz'da, o anda Türkiye'de olmamış olmanın ıstırabını yaşarken, ne olup bittiğini anlamak için twitterı takip edip dualar ederken, o kalleşçe
girişim yüzünden öfkeden burnumdan solurken, kahredici o kara haber düştü gözlerimin önüne. “Erol Olçok köprüde vuruldu.” Gözlerime inanamadım. Bütün
vücuduma aynı anda oklar saplandı sanki. Ayaklarımdan başıma doğru bir sıcaklık üşüştü. Beynim haşlanır gibi oldu. Gerçek olamaz dedim. Sonra bir başka
tweette daha gördüm. Sonra bir whatsapp grubunda. Derken bir video… 16 yaşındaki oğlu Abdullah Tayyip'le beraber, hainlerin kurşununa hedef olduğu anı
gösteren bir video. Yerde uzanmış. Yatıyor. Hareketsiz. Ben, Kolombiya'daydım. Çok uzaklarda. Oysaki, Erol abiyi öyle görünce, kurşunlar başımın
etrafından geçmişti sanki. Ve yakından tanıdığım diğer insanları; Mustafa Cambaz'ı mesela. Güya çok uzakta bir yerdeydim, oysa çaresizce
arkadaşlarımızın cansız bedenlerini görüyor ve kurşunların menzilinde hissediyordum kendimi.

Erol abiyi, yerde, hareketsiz yatarken gördüğümde, yıllar önce halının üzerine kıvrılıp yattığımız o günler geldi gözlerimin önüne. Bir de, son seçim
için hazırladığı o muhteşem “bayrak” videosu… İnsanların, vatanını, bayrağını, milletini seven binlerce insanın düşmek üzere olan bayrağımızı yeniden
göndere çektikleri o video.

Bir seçim için hazırladığı video, kaderi olmuştu Erol abinin. O videoda yapımcıydı, gerçekte ise, 15 Temmuz gecesi, bayrağımız hep gönderde dursun diye
akın akın, bölük bölük sokaklara dökülen insanlardan biri. Göğsünü siper eden bir kahraman. Sonradan okudum, yine bıçkın, odaları, sokakları dolduran
kocaman sesiyle tanklara, mermilere karşı koyarken vurulmuştu. Erol Olçok arkadaşlarına, etrafındaki insanlara karşı hep cömertti ama vatanına karşı her
zamankinden daha cömertçe davrandı. Arkadaşlarının en zor gününde parasını verirdi, vatanının en zor gününde, en ön safta canını verdi.

1982 yılında, üniversiteyi okumak üzere geldiği İstanbul'daki ilk gününde Boğaz Köprüsünü geçtiği anı hiç unutamadığını söylermiş, 15 Temmuz gecesi tam
da orada, Boğaz Köprüsü'nde şehit oldu Erol abi.

Onurlu yaşadı, onurlu öldü.

Allah rahmet eylesin dostum. Beni ara diyordun, ara, mutlaka ara. Bil ki, neredeyse her gün arıyorum seni. Tüm kalbimle.

Son Güncelleme: 16.07.2018 15:28
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.