gel ey râhat sanan esbâb-ı cem’in kılma nâdanlık /
tarîk-i fakr tut kim fakr imiş âlemde sultanlık
(hazreti muhammed fuzûlî).
zamansız bir yaprak düşer, gelir ve bütün yıl taşıdığı sarışın ağırlığıyla aklımızı ezer.
bir kedi üşümüş ve acıkmıştır; sabah ilk gördüğü, ürktüğü ve korktuğu varlık olmuşuzdur. akşam uzar da uzar. sabah geçmesi gereken bir vakit olmaktan çıkar. akşam olması gereken bir vakit olmaktan çıkar.
sonra biri bütün ihtişamıyla, hin bir edayla, dünyayı iki omzuna alıp sabahın en köründe, sokağı yara yara gider işine. çatlarız öfkeden. bir araba bütün pervasızlığıyla yoldan geçer, yola olanları biçecek kadar hırçın; çiviler atmak isteriz yoluna. sonra dişimiz acır biraz, dünyanın bütün sıkıntıları dişimizde ve damaklarımızda toplanır. yeryüzü yansa aklımızın ucunda olmaz.
sabah bazen, bazen akşamları fikrimizin ince gülü açmaz. fikrimiz bir şeyler yeşertmeye çalıştıkça çölleşen bir düzlük gibi olur. hatta o düzlükte nisan yağar mayıs öğünür ve fakat öğünü bize düşmez.
kimi zaman bir güvercin kuğurtusu işittiğimizde diline dikkat kesiliriz. alıştığımız sesten başka bir kuğurtuysa nasıl çekilir aklımız. sorular aklımızdan gözlerimize kadar çıkar; “acaba derdi nedir”? çelinir kalbimiz, adımlarımız; kuğurtu sesiyle.
bir çocuk, bir kedi yahut bir nebat, gözlerimize baksa veya baktığını düşünsek, nasıl çekilir etimiz! hiçbir gözle karşı karşıya gelmek istemeyiz. masumiyetine şeksiz ve şüphesiz iman ettiğimiz bir varlığın gözlerini, alnımızın çatına doğrultması çoğu zaman ürkütür bizi. çünkü öfkeden ve nefretten çok daha koyu bir oktur masumiyet. ezer, eğer, büker insanı. hele fi tarihinde, şimdiki zamanda veya gelecekte; ruhumuzu masumiyete mugayir bir niyet kundakladıysa.
merhametimize hayret ettiğimiz olur. ezilmeye, eğilmeye ve bükülmeye rağmen. kimi zaman içerimizde habire çarpışan sesler, ilan edilen savaşlar ve barış anlaşmalarından sıkılıp sert bir insan olmanın kararını aldığımız olur. düşman diye bellediklerimize karşı kılıcı kuşanırız. ama o kılıç insan kesmez. kördür esasında. kestiğini sanırız. benliğin atlasında yalınkılıç dolaşırız, tafrayla. böyle zamanda merhameti/mizi kılıçtan geçirip, damarımızda dolaşan insafı kurutmak için çabaladığımız olur. damarlarımızı tıkamaya çalışırız. ama yine girer damarımıza merhametin nefesi damarımıza. dolaşır, dolaşır, dolaşır; bir kan gibi. kılıcımızı atarız dibi görünmedik bir ırmağın en dibine.
insanı besleyen yegane nimet insaf, kurumaya yüz tutunca da tevbelerin en şahını ararız. mahcubiyet bir inilti olarak dudaklarımızın kıvrımlarından salya gibi akar. sonra yeniden merhametten bir libas biçeriz üstümüze, giymeye fırsat bulmak zorlaşır.
mesela, yeryüzünün en gayrı sahih insanlarının en fazla ilgilendiği caretta carettaların kaygısını, tam o esnada, merhamet elbisesini biçip, dikip fakat giymeye fırsat buladığımız üryan zamanlarda çekeriz.
bazen yanımızda olanların imtihanı kamaştırır gözlerimizi. yanımızda olanların ihtişamından korktuğumuz olur. bazen yanında olduklarımızın yüzsüzlüğüne acırız. korku, acıma, merhamet, keskinlik, yaklaşma, kaçınma, endişe; insanı çekip çeviren bütün duygular kelimesiz geçer kılcal damarlardan. harfsiz. azıcık bir umudun da düştüğü olur içimize kor, kül, köz gibi.
nâdân olmaktansa böyle gel-git şeklinde azalıp çoğalan, çoğalıp azalan; hayatın varlığımızda nefes alıp verdiği insan olmak yeğdir.