Önce Diyar – ı Rum, sonra Anadolu, sonrası Türkiye…


Şimdi mi? Şimdi yekten, hesapsız bir vakitte peyda olan bir “olmak ya da olmamak” mücadelesinin verildiği dönem daha karşımıza çıktı. Bakalım devlet geleneğimizin bin yıllık Diyar- ı Rum’dan, Anadolu’ya, oradan da Türkiye’ye dönüşüm tecrübesi nasıl tezahür edecek? Yahut biz Türkler, Anadolu’yu vatan kurma sürecinde edindiğimizi zannettiğimiz tecrübeyi gerektiği gibi şu meşum günlerde kullanabilecek miyiz?


Görünen o ki ortada biriktirilmiş bir tecrübe filan yok. Aksine vatan toprağında yaşayan insanların selametine dair biriken ne varsa hercümerç edilmiş durumda. Devlet refleksleri öldürülmese bile en azından uyuşturulmuş halde. Bu da demek oluyor ki boşa gitmiş bir 1000 yıl var. Arap toplumun kız çocuklarını diri diri toprağa gömme hudutsuzluğu, biz Türklere kendi tarihimizi, yaşama dair tecrübelerimizi ve en önemlisi de geleneğimizi diri diri, yarı ölü - yarı diri gömmek olarak yansımış. 


Bunu Türkiye’nin karşılaştığı en ufak sıkıntıda, yalpalamasından anlayabiliyoruz. Türkler olarak yaşadığımız hiçbir sıkıntıyı olgunlukla, sakin ve suhuletli halde savuşturamıyoruz. Meltem esse kimyamız bozuluyor. Kışın, kazıklı hummaya, yazınsa nezlegripsoğukalgınlığına yakalanıyoruz. Her şekilde sıtma tutuyor bizi. Bütün bunlar demek oluyor ki 10 yüzyılda neler yaşandıysa hepsi boşa gitmiş. 


Üstelik ortaya çıkan her sorun, sadece siyasal zemini değil, kültürel zemini, itikadî zemini, alışkanlıklarımızın neşet ettiği kodlarımızı yerinden oynatıyor. Her seferinde, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalıyoruz. Tarihsel serüvenimiz hansel ve gratel hikâyesi gibi. Geçtiğimiz yollara döktüğümüz ekmek kırıntılarıyla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Kaybolduğumuzu anladığımızda ise geriye dönüyor ve bakıyoruz ki serpiştirdiğimiz ekmek kırıntılarının yerinde yeller esiyor.


İtikadını, çalışmasını daha düne kadar öve öve bitiremediğimiz kimliksiz, cinsiyetsiz bir yapı diyar-ı rumdam, Türkiye’ye çevirdiğimiz vatanımızı ayaklarımızın altından çekmek üzere. Vatanımızla birlikte, inandıklarımız, iman ettiklerimiz, dinimiz, ekmeğimiz, aşımız, suyumuz, rızkımız, evladımız, benliğimiz, şahsiyetimiz, kalemlerimiz, dostluklarımız, kardeşliklerimiz, felsefemiz hepsi tehlikede. Vatan tehlikedeyse bunların hepsi, zaten tehlikededir denilebilir. Ama böyle değil durum. Vatanla birlikte bunlar ayrı ayrı tehlikede ve istila altında. İffetsiz bir muhasara altındayız. 


İki kişinin kavgasını Mevlana, Yunus Emre gibi şairlerin sözüyle ayırmaya çalışmak yalnızca dayak atana arka çıkmaktır. Onların vakti değildir şimdi. Geleneğimizin bütün savaş tecrübeleri öğrenilmeli, Nizamü‘L – Mülk’ten Moğol İstilasına, Haçlı Seferlerinden, Osmanlı Fetret Devrine, Cem Sultan olayından Koçi Bey Risalesine, Feyzullah Efendi’den başka hadiselere kadar bilinmeli ve oradaki tecrübeler, Pensilvanya merkezli bu vahşi muhasaraya karşı koymak adına kullanılmalıdır. Böylesi korkunç bir savaşa, yalnızca siyasi tarihimizin deneyimleri değil, İslam tarihinin bütün mirası ve deneyimi sahiplenilmeli ve öyle karşı çıkılmalıdır. 


70 yaşında, Ulucami’de abdest alan bir adama bütün ömrünü sorgulatan tehlikeyle beylik cümlelerle mukavemet edilemez. Şu müthiş hengâmede bin yıllık tecrübe

dimağımızın sandığından çıkarılmalı ve Top yekûn bir teyakkuz haline geçilmelidir. 


İşte bütün mesele; To be or nat to be… 













Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner165