Elbette dünya geçmişte, bugün gördüğünden daha büyük zulümler, zalimler, sıkıntılar, yıkımlar gördü. insanlık, şu yaşadığımız dönemden çok daha büyük hasarlara şahitlik etti. her biri geldi, geçti… kiminin izi kaldı, kiminin tozu, kiminin ise esamisi okunmuyor şimdi.


Nimet midir külfet midir bilemeyiz ama insan bizatihi içinde bulunmadığı acıyı ve yıkımı sadece belli belirsiz hissedebili(yo)r. malum “insan, nisyan ile maluldür”. geçmiş, küllenmiş, üstü örtülmüş bir yıkımın bilgisi, dudaklara yalnızca “keşke olmayaydı” ifadesini bırakır. tarihî belalar, insanın biraz yüzünü ekşitir, olmadı az daha etki alanı artırıp, vicdan denilen iyiyi kötüden ayırt etme güdüsünü devreye sokar, kalbe ve akla hafif bir baskı yapar. insan bundan fazlasına muktedir değildir ve varlık sahasında olmadığı zamanlarda yaşananlara, elinden hiçbir şey gelmeyeceğini bilir. geçmişteki belalar ibretlik birer tarihî hakikattir, alan olursa diye…


ama bizatihi şahit olduğumuz ve/veya içinde bulunduğumuz acının, endişenin, tahribatın etkisi çok daha kavidir. yalnızca dudağa, söze, vicdana tesir etmekle kalmaz. insan, sıkıntılı gördüğü hal ve gidişata müdahil olmayı ister, orayı değiştirmeyi ister. meşrebinin istikameti cihetince ve gücü nispetince yıkıma, zulme, insafsızlığa engel olmaya çalışır. veya korkar, pısar, siner… (bunlar da bir tercih ve eylem biçimidir) yani içinde bulunduğumuz ve inandığımız meseleler canımızı yakıyorsa bütün duyargalarımız, canımızı yakan o durumdan kurtulmak için teyakkuza geçer. elle düzeltmek, dille düzeltmek, kalple düzeltmek isteği, bir eyleme dönüşür.


işte içinde bulunduğumuz zaman ve özellikle coğrafyada insanın iliğini kurutan bir dehşet dönüyor. her gün, her an bir acının şahidi yapıyorlar bizi. dünyanın bütün zalimleri bir araya gelmiş aklımızın, kalbimizin ve bedenimizin üstünde sin sin oynuyor. zalimliğin tarihini, adeta fıkıh ve akaid kitabı gibi harf harf okuyan kitapsızlar, sadece canlara kastetmiyor; var olan her şeyi, ayakta durduğuna inandıkları her şeyi yerle yeksan etmeye çalışıyor. Camiler, okullar, evler, kütüphaneler, kitaplar, mekanlar, sokaklar, caddeler, şehirler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, dervişler, kimsesizler… coğrafyamızda canlı -cansız, madde - mana namına ne varsa her şey istisnasız, “ölüm defterinde” adı yazılı. Bir karıncanın bile ayağının yok yere kırılması, bir insanın ölümünden daha hafif değil elbette, ama yavaş yavaş öldürülen bir şey daha var; gelenek… bizi bir sonraki günümüzde islam edecek, (hep/hala) insanlığın hayrına dua edecek bir ağzı, insanlığın hayrına yakaracak bir vicdanı inşa eden “gelenek”…


ırak, bir çok şehriyle -öyle ya da böyle- bir ilim şehriydi. önce ırak’ın gırtlağına sarıldılar, boğazladılar ne ilim kaldı, ne insan… suriye halep’iyle, şam’ıyla, humus’yla bir irfan coğrafyasıydı, önce bileklerini kestiler, sonra gırtlağını. orada irfanı erittiler ve içine zehir katıp, insanların üzerine döktüler. filistin, mısır, azerbaycan, iran vs… hepsinde de dünyaya nasıl bakacağız, nerden bakacağız, neyi – nasıl ifa edeceğiz bütün bunların cevabını aldığımız membaı kuruttular. batı ve batıyla fingirdeşen katiller, geleneğin ve bir anlamda geleceğin neşet ettiği gözeleri kan gölüne çevirdi. gözümüzün önünde dönen yıkımın dışında kalmayı başarabilen tek bir istisna var: türkiye…


yani bütün kalelerin parçalandığı, delik deşik edildiği ASYAKIYISI’nda, “sağlam” kalan, bundan daha elzemi içinde hala bir komutan ve muhafızlarının bulunduğu tek kale kaldı. bu yüzden “türkiye, son kale/m”.


çünkü; yıkılan, yakılan, suyunhavanınveateşin bile ateşe verildiği ASYAKIYISI’nda,


sadece türkiye, üzerine ateş serpenlerin karşısında nöbet bekliyor,


sadece türkiye, üzerine doğrultulan silahın cinsine, etki alanına bakmadan, masumların önünde siper oluyor.


sadece türkiye, müslümanların, geleceğini şekillendiren, geleneği koruyor, muhafaza ediyor.


sadece türkiye, kendisine karşı bilendiğini bildiği kılıç şakırtılarına aldırmadan elindeki insanlık ve islamlık emanetini tutuyor.


sadece türkiye, içine itildiği diken tarlasında -yüzü gözü yırtılmasına rağmen-, başı dik geziyor.


sadece türkiye, eski yazıyla yazılıp yerlere atılmış bir şey gördüğünde, onu eğilip-alıp-yüksek bir yere koyma fıtratını taşıyor.


sadece türkiye, islam beldelerine ve oraların sakinlerine yapılan saldırıları “allah allah” nidasıyla, karşılıyor.


sadece türkiye, geleceği haritalar üzerinde inşa etmeye alışmış tiranların elinden, o haritaları alıp parçalıyor.


sadece türkiye, kutsalı bildiği ve hiçbir zaman göbeğinden aşağıya düşürmediği, bunun için var gücüyle koynunda tuttuğu örfü, görgüyü asla tahrif ettirmeyeceğini yedi düvele haykırıyor.

sadece türkiye, “vatan” denilen toprağa hala dilediğini ekebiliyor, biçebiliyor; dahası toprağının bereketini insanlıkla bölüşebiliyor.

sadece türkiye, bütün bir coğrafyayı sürüp geçmek isteyen; dağ, nehir, kır, bayır hiç bir şey bırakmak istemeyen, karşısında dümdüz bir ova görmek isteyen canavarların bileğini bükebiliyor…


işte bunlar yüzünden türkiye son kale/m. canımızda özge yurt… hepimizle birlikte, acısını yüreğimizin bir köşesinde muhakkak hissedeceğimiz ve aramızda selamın ünsiyeti olan insanları da koruyan SON KALE’nin baş muhafızı, dizdarı, komutanı recep tayyip erdoğan. millet de o kalenin leşkeri, askeri, eri…


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

banner165